Türkiye ekonomisi pek çok yapısal problemin yanısıra son dönemde birbiri içine geçmiş 2 önemli problemle daha boğuşuyor: Enflasyon ve gelir dağılımında meydana gelen bozulma. Bunların iç içe geçmiş olmasının nedeni bizatihi enflasyonun gelir dağılımını bozucu etkisidir. Enflasyon, son tahlilde herkesin cebinden alınan kanundışı bir vergidir. Elinizde tuttuğunuz nakit ve faiz getirmeyen tasarruflarınızın (vadesiz hesaplar gibi) alım değeri enflasyon karşısında düşer. Daha yoksul sınıfların ellerinde tuttukları ortalama nakit gelirlerine oranla zengin kesimlere göre daha fazla olduğu için enflasyon bir tür regresif vergilendirmedir. (Az kazanandan çok, çok kazanandan az vergi almak.) Bu dünyanın her yerinde geçerli bir durumdur. Ancak…
Türkiye’de bu durumu daha da kötüleştiren 2 ekonomi politikası yanlışı yapıldı. İlki uzunca bir süre uygulanan finansal baskılama oldu. Finansal baskılama kredi faizlerinin mevduat faizlerinin altında ve reel olarak çok düşük tutulması ile (bizde düşük de değil, rekor düzeyde “eksi” faizler uygulandı) hanehalklarından şirketlere servet transferi yapılması anlamına gelir. (Finansal baskılama gelişiminin daha en başında olan “kapalı” ekonomilerde zaman zaman uygulanmıştır. Ancak Türkiye gibi artık belirli bir ekonomik seviyeye gelmiş “açık” ekonomilerde asla!) Bu uygulamanın en büyük mağduru da ellerinde bir miktar birikimleri olmakla birlikte, bu birikimlerini enflasyona karşı koruyamamış orta sınıflar olmuştur.
Gelir dağılımını bozan diğer bir darbe de gıda fiyatlarından gelmiştir. Gıdanın yoksul bir ailenin harcama sepetindeki payı zengin hanehalklarına göre çok daha yüksektir. 2020 sonundan beri TÜFE yüzde 359 artış gösterirken gıda fiyatlarındaki artış bunun çok üzerinde, yüzde 454 olmuştur. (Bunlar tabi resmi TÜİK rakamları! Gerçek artışlar bunların hayli üzerinde). Tarımsal ürün fiyatlarının genel fiyatlardan çok daha yüksek artması o sektörde ciddi bir arz-talep sorununa işaret eder. Nitekim, Türkiye’de son 20 senede toplam tarım alanları yüzde 6.4 azalırken ve tarımsal üretim yeteri kadar artmazken (ör: bu seneki buğday rekoltesinin 21 milyon ton ile 20 sene öncesi ile aynı olması bekleniyor), ülke içinde tarımsal ürün tüketen nüfus (turistler, mülteciler ve yerleşikler) ciddi oranda artmıştır. Bu konuda oluşacak problemler çok belirgin bir şekilde ortada iken (ki, bunlara küresel ısınma ile birlikte tarımın “stratejik” bir ürün haline gelmesini de ekleyebiliriz), yeterli teşvik ve düzenlemelerin hayata geçirilmemiş olması önemli bir politika zaafiyetidir.
Dezenflasyonist bir programın başarısı toplam (kamu+özel) tüketim harcamalarının kısılmasından geçer. Türkiye’de özellikle 2017 Anayasa referandumundan beri tüketim harcamalarını körükleyerek ekonomiyi canlandırmak bir gelenek haline gelmiştir. Öyle ki, özel tüketim harcamaları 2016 sonundan 2023 sonuna kadar reel olarak yüzde 73 artırılırken, bu dönemde GSYH artışı yüzde 40 olmuştur. (Tabi, pandemi döneminde de harcamalarda mecburi bir artış olmuştur.) Kısaca, bugüne kadar suni bir şekilde tetiklenmiş tüketim harcamalarının, sadece enflasyonu değil diğer ekonomik dengeleri de yeniden tesis etmek için, kontrol altına alınması elzemdir. Bunun da başlıca yolu, hepimizin bildiği gibi bireysel kredi faizlerinin reel olarak artırılmasından geçer. Bu konuda adımlar atılmıştır.
Öte yandan, harcamaların diğer ayağı olan kamu harcamalarının da zapt-ı rapt altına alınması gerekir. Ancak deprem felaketi nedeniyle zorunlu harcamaların artmış olması ile birlikte bu sene bütçe açığı ister istemez yüksek çıkacaktır. Getirilen budanmış vergi paketinin ise açığı daraltmada kısıtlı bir rolü olacaktır. (Bu arada, evet, özellikle dolaylı vergi ve harç artışları ilk dönemde fiyat artışlarına sebep olur, bu durum enflasyon beklentilerini de menfi yönde etkiler. Ancak, diğer değişkenler sabit olmak kaydıyla (=kamunun harcamaları), vergi artışları orta ve uzun vadede her zaman dezenflasyonisttir.)
Gelelim ikinci büyük probleme: Gelir dağılımındaki bozulma. Maalesef ki, enflasyonun düşürülmesi bozulmuş olan gelir dağılımını otomatik olarak düzeltmez. Bunun için devletin varlıklarını artırmış kesimlerden varlıklarını kaybetmiş kesimlere transfer yapması gerekir. Bunun ana yolu ise şirketler ve yüksek gelir gruplarından alınan doğrudan ve dolaylı vergileri artırmaktan geçer. Ancak son açıklanan vergi tedbirlerinin işin bu kısmına da yeteri kadar eğil(ebil)diğini düşünmüyorum.