Enflasyon gerçekten birinci öncelik mi?

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ

Yerel seçim sonuçlarının alındığı gün yayınlanan son yazımızda toplumun beklentilerinin artık algı yönetimiyle karşılanamayacağını, ekonomi yönetimi’nin bu alışkanlığını süratle terketmesi gerektiğini söylemiştik. Ne var ki aradan geçen bir aylık sürede bu konuda umut veren bir gelişme olmadığı gibi MB’nın Nisan ayında politika faizini sabit tutmasına ilişkin açıklamasında “enflasyonda ana eğilimin yükselmekte olduğunu” söylemesine rağmen neden artış yapılmadığına dair bir izahat yapmaması, şu ana kadar enflasyona karşı kullanılan tek politika önlemi durumundaki faiz aracının da yeterli kararlılık ile belirlenmediğini, halen zaten %20 civarında olan negatif faizin daha da yükseleceğini gösteriyor. Üstelik MB Başkanı’nın faizde yükseliş trendinin sona erdiğine ilişkin açıklamaları da var. Hal böyleyken Şimşek yönetiminin, yaz başında baz etkisiyle düşmeye başlayacağı belli olan enflasyon için, yılın ikinci yarısında izlenen politika sonucu olarak düşeceği müjdesini vermesi doğrusu yüreklere su serpmiyor. Bizdeki durumun vehametini örtmek için politikacılar tarafından sık kullanılmaya devam edilen “enflasyonun bütün dünyada yükseldiği” argümanı ise can sıkıcı. Batı ülkelerinde tek haneli, hatta genellikle %5’in bile altında olan enflasyonun dahi tehdit kabul edildiği açık; sözgelişi ABD’ de %3.5 olan enflasyonun otoriteleri %5.5 olan faiz oranında beklenen indirimi ertelemeye sevkettiği biliniyor. Yani %2 pozitif faiz söz konusu. Aradaki fark bu kadar büyük iken konunun gündemdeki önceliğinin yeterince vurgulanmaması yolunda bir çaba hissediliyor. 

Kurumsal kalite ve güven algısı hala eksik 

Merkez Bankası bağımsızlığı gibi güven algısı bağlamında çok önemli bir kurumsal kalite göstergesi açısından durumumuzun henüz hiç iyi olmadığını gösteren başka belirtiler de var. Geçen yıl Hazine’nin KKM uygulamasındaki 818 milyar TL kur farkı zararını gözü kapalı üstlenmesi de bu açıdan olumsuz bir işaret. Ayrıca dövizi baskılama sürecine de kamu bankaları üzerinden can suyu vermeye devam etmesi de cabası. Kaldı ki bunu neden normal yoldan yani açık piyasa işlemleri ile yapmadığı da soru işareti. Öte yandan bu kur baskılamasının başta ihracat olmak üzere başka açılardan olumsuz etkisinin nasıl telafi edileceği de belirsiz; bunun, sadeleşme amacına aykırı bir şekilde, makro ihtiyati adı altında sistemi karmaşıklaştıran yeni düzenlemelere yol açması da muhtemel. 

Ülkenin dur- kalk temposunda ekonomi politikalarına bakınca, sanki gizli bir elin temel sorunları sürekli gündem dışında tuttuğu zehabına kapılıyorsunuz. Enflasyonu kanıksamamız ve ancak üç haneli rakamlarda ıstırap duymaya başlamamız ile de bunun ilgisi var. Ancak o zaman hayat pahalılığı şeklinde algılanarak en önemli başarı göstergesi haline geliyor ve politikacılara güveni ortadan kaldırıyor. Aslında bunun ürettiğinin üstünde tüketen, katma değeri ve verimliliği düşük toplumsal yapının bir ürünü olduğu halkın da politikacıların da yüzleşmek istemediği kök neden. Bunun için de görünüşte hiçbir kesime maliyet yüklemeyen kolay çözümler aranıyor. 2001 sonrasındaki küresel düzeyde ucuz ve bol likidite, Derviş damgalı IMF istikrar programı ile birleşince, sonraki 10 yılda iktidar bu kolay çözüm fırsatını buldu ve fakat kök faktörleri düzeltmek yani iç kaynaklara ve doğrudan dış yatırıma dayanan özgün bir büyüme programı yerine borçlanmaya hız vererek risk biriktirdi, kronik cari açık üretti. Küresel konjonktür gecikerek de olsa değişip normalleşince bu risklerin devalüasyona, onun da enflasyona yol açması kaçınılmazdı. 2016’dan sonra olan budur. Üstelik 2018’den sonra ehliyetsiz kadrolarla teoriye aykırı düşük faiz politikasıyla döviz ve enflasyonu patlatıp kaynak ve gelir dağılımını çarpıtarak. 

Kısa vadede ne yapılabilir? 

Şimdi ne yapılabilir? Şimşek yönetimi’nin de ilk hedefi ağrısız çözüm için dış kaynak arayışı idi; ancak ne eski bol küresel likidite ne de bankacılık reformu, denk bütçe ve AB süreci ile güven algısı yükselmiş bir yönetim var. Bu nedenle geçen yıl bu arayıştan sonuç çıkmadı. Yerel seçimlerde seçmenden gelen kırmızı kart, gerçek bir program gereğini sertçe hatırlattı. Bu bağlamda kısa vadede tüketim ve borçlanma çekişli kusurlu büyümeden fedakarlık etmek ve bütçe denkliğini sağlamak zorunlu görünüyor.

Bu arada negatif faizle enflasyonun düşürülemeyeceğinin ve dolarizasyonun önlenemeyeceğinin de kabul edilmesi şart. Tüketimin özellikle lüks mal ve hizmetlerde caydırılması, bütçe disiplini için de kamu kesimi harcamalarının özellikle cari giderlerde kısıtlanması gerekiyor. Dolarizasyonu  önlemek için rezerv satışı yerine faizi ve dövizi baskı altında tutmamak, dövizin enflasyona etkisini de nisbeten rahatlayan yaz konjonktüründe yeni bir dengede kontrol altına almak ve ihracatı desteklemek tercih edilmeli. Beklentilerin değiştirilerek tüketim yerine tasarruf kültürünün yeşertilmesi ve güven algısının iyileştirilerek TL mevduatın özendirilmesi de bu kapsamda gözetilecek diğer hedefler. Bütün bunlar yapılırsa yıl sonuna doğru şimdiye kadar yapılamayan gerçek ve özgün bir büyüme programı hazırlığına odaklanmak inşallah mümkün olabilir!..

Tüm yazılarını göster