Benim çocukluğumda ekran denilince beyaz perde anlaşılırdı. Yani sinema. Akıllı TV, akıllı tablet, akıllı telefon, akıllı saat, akıllı gözlük falan olmadığından sinema haricinde artık ne kadar varsa kendi aklımızla idare etmeye çalışırdık. Anlaşılan aklımız gelişmemiş ki bugün elimize yapışan, yatağımıza giren, soframıza oturan, tuvalette bile bize refakat eden, sohbetlerin içine eden akıllı cihazları bu nesil icat ettik. Şimdi çoğumuza göre “İyi halt ettik”.
Bir zamanlar sinema baktığımız tek ‘ekran’ ürünüydü. Çocukluğumda kapalı sinemaların yanı sıra bol miktarda yazlık sinema vardı. Yazlık sinema müdavimleri olan benim nesil dostlar gazoz şişelerine sakız leblebisi basıp bir yandan onu yerken bir yandan da hava daha tam kararmadığı için zor seçilen perdede olup bitenleri takip etmeye çalışmanın keyif ve zorluklarını hatırlarlar. O sıralar yazlık sinemalar, çoğu kez yerli olmak üzere, iki filim gösterdikleri için erken başlarlardı. Dolayısıyla hava tam kararmadan filim başlardı. Bir avuç sakız leblebisini gazoz şişenizin içine basar ve leblebinin gazozu emmesini beklerseniz atıştırmalığınız elinizde filme odaklanırdınız. Sinemada her yaştan ve sınıftan insanlar olur çoğu kez ailecek gidilirdi. Çoğu yazlık sinema kışın başka amaçlarla kullanılırdı. Söz gelimi, benim çocukluğumda müdavimi olduğumuz yazlık sinema kışın odun satılan bir yerdi. TV falan olmadığı için sinema hemen hemen tek eğlence olarak hayatımızda önemli bir yer tutardı. Kaldı ki gönlünüzün kaydığı komşunun oğlu veya kızını başka yerde rahat göremez ve bakışamazdınız. Sizin anlayacağınız yazlık sinema eğer herhangi bir dersten çakıp da ikmale kalmadıysanız ki bu yazınızın içine etmeye bu meyanda da sinema özgürlüklerinizin kısıtlanmasına yol açardı, hayatımızda önemli bir yer tutardı. Açıkçası eğlence arayan çoğumuz için başka gidecek bir yer de yoktu.
Artık öyle değil. Ekranlar evlerin içinde. Ekran yalnız eğlence için değil her şey için baktığımız bir şey oldu. 10 santimetre kareden metre-karelere kadar ekran var. Türkiye’de Netflix, Amazon, AppleTV, Bein TV, 100’den fazla televizyon kanalı ve DVD, CD oynatıcılar her türlü eğlenceyi çok ucuza sunuyorlar. İnsanlar ekranda sohbet ediyor, rakı sofrası paylaşıyor, işe gitmiyor işini ekranda yapmaya çalışıyor, toplantılar düzenliyor.
Hele son zamanlarda evlerine tıkılan milyonların ekrana bakmaktan başka eğlenceleri kalmadığından başta sinema filmleri olmak üzere her türlü seyredilebilecek, hatta seyredilemeyecek veya seyredilmemesi gereken şeyler neredeyse günlük yaşamların ayrılmaz parçaları oldular. Yazlık sinemalar çoğunlukla tarih oldu.
Ekrandayken ister leblebili gazoz için ister masumiyeti daha az bir şeyler. Eskiden sinemaya, işine giyinip giden bizler bu sıkıntıdan da kurtulduk. İster giyin ister don-paça otur. İster otur ister uzan. Geçen gün önemli bir uluslararası bankanın Avrupa da yerleşik başkan yardımcısı bir dostum toplantılarını yaparken gömlek ve kravat takmakla beraber altına pantolon yerine şort giydiğini “Hocam Mart ayından beri takım elbise giymedim” diye anlattı.
Hey gidi günler hey. Yıllar önce şimdi rahmetli olan bir sınıf arkadaşım Bedrettin Dalan başkanlığındaki İstanbul belediyesinde çalışıyordu. Kendisini ziyarete gittiğim, sanıyorum 1985 yılıydı, bir gün tesadüf Belediye genel sekreterine ekranlı telefon denilen yeni bir ürünün takdimi yapılıyordu. Beni genel sekreter beye tanıttı o da “buyurun hocam” dedi “takdimi siz de dinleyin”. Ekranlı telefon satan temsilci firma yetkilisi bunun ne önemli bir icat olduğunu anlattıktan sonra genel sekreter bey “Yahu ben bunu istemem. Başkan arar, burnumu karıştıracağım tutar. Neme gerek” diyerek bu önemli icata! itiraz etmişti. Devir değişti.
Hem devir, alet edevat değişti hem insanların davranışları. Ekran artık hayatımıza çıkmamak üzere girdi. Özellikle sosyal medya diye bir olay var. Bazılarına göre sosyal medya eskilerin “evlerden dışarı” dedikleri türden. Sosyal medyaya siyasilerden itiraz var. Söz gelimi Cumhurbaşkanı Erdoğan, sosyal medya mecralarını kontrol eden küresel firmaların Batılı ülkelerdeki temsilcilikleriyle içerikle ilgili her türlü hukuki ve mali sorumluluğu üstlendiğinin ama Türkiye'nin de aralarında olduğu bazı ülkelerde bu sorumluluktan ısrarla kaçındığının altını çizerek “İnternet mecralarını kullananlar suç işleme konusunda layüsel[1] değildir” diyerek sosyal medyanın düzenlenmesini isteyerek sosyal medyaya çok da sempati duymadığını ortaya koyanlardan.
Sosyal medyaya eleştiri getirenler sırf siyasiler değil elbette.
Netflix’te (The Social Dilemma) Sosyal İkilem diye bir dizi var[2]. The Social Dilemma, Facebook, Google, Twitter, Instagram ve Pinterest’te çalışan bir dizi uzamanla yapılmış röportajları içeriyor. Belgeselde uzmanlar, sosyal medyanın ne kadar tehlikeli olabileceğine dair düşüncelerini aktarıyorlar. Diziyi seyreden Game of Thrones dizisinin yaratıcısı George R. R. Martin şöyle diyor. “Netflix’in The Social Dilemma isimli sosyal medya hakkındaki belgeselini henüz izledim ve beni son 20 yıldır izlediğim tüm korku filmlerinden daha çok ürküttü. Hiç Twitter, Facebook ya da diğer sosyal medya uygulamalarının hayranı olmadım. Bloğum, internetle iletişim kurduğum tek yöntem. Diğer hesaplar büyük ölçüde burada daha önce paylaştıklarımı yansıtıyor. Sosyal medyanın toplumumuz, siyasi söylem, gazetecilik ve demokrasimizin dokusu üzerinde korkunç etkileri olduğunu düşünüyorum. Ama bu belgeseli görene kadar ne kadar kötü olduğunun farkına vardığımı sanmıyorum. Umarım çıkış yolunu bulabiliriz. Fakat karamsarım. Bugünlerde çok fazla şeye dair karamsarım.”
Sosyal ikilem 2020’nin ses getiren yapıtlarından. Sosyal medyanın eski çalışanlarıyla yapılan röportajlardan oluşan bir belgesel dizi. Evinizde varsa Netflix yayınlıyor. Konu siyasi değil. Konu "our complacency about surveillance capitalism" yani "gözetim kapitalizmine karşı vurdumduymazlığımız." Belgesel dizi sosyal medya hesaplarında biriken bilgilerin paylaşılsın paylaşılmasın ticari bir meta olarak pazarlanmasına dikkat çekerek kişilerin davranışlarının tahmini ve kontrolüne olanak vermesini çok tehlikeli bulan çoğu bu sistemleri tasarlayan eski teknokratların görüşlerini yansıtıyor.
Eleştiri, endişe, korku adına ne derseniz deyin sosyal medyanın bir veri deposu olarak veri madenciliği[3] için kullanılmasını konu alıyor. Sosyal İkilem dizisi bu konudaki ilk girişim değil. Bu konuda Shoshana Zuboff'un birçok yayını var. Zuboff’un yazarın endişelerini dile getiren The Age of Surveillance Capitalism[4] Ocak 2019’da basılmıştı. Zuboff’un yazılarının sosyal medyanın ‘kullanıcıları bilginin efendisi değil esiri yaptığına’ dikkat çekerek Sosyal İkilem dizisinin öncülüğünü yaptığını söylemek yanlış olmaz.
Bu tür işlerde kimse yüzde yüz haklı değildir. Bence Zuboff veya sosyal medya kritiklerinin haklı oldukları noktalar da var yanlış anladıkları noktalar da. Konuya bir giriş yapabilmek için 23 Aralık 2011 tarihinde gazetenizdeki köşemden bir alıntı yapacağım. Gazetedeki yazıyı da 1987 yılında yazdığım ve University of Massacchussetts tarafından ders notu olarak yayınlanan ‘The Fundamental Explananda of Marketing’ başlıklı yayınımdan almıştım. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. 23 Aralık 2011 tarihli köşemde iş tanımları konusunu işlerken şöyle demişim:
“Şimdi bir iş koluna bakalım: Günlük gazeteler. Literatürde gazetelerin işleri toplumu haberdar etmek gibi tanımlanır. Genel bir rakam olarak bir gazetenin maliyeti satış fiyatının neredeyse iki katıdır. Bu hesapla halkı haberdar etmek uğruna bu işi zararına yaptıkları için gazete sahipleri kanatsız melekler sınıfına girip cennetmekan olmalıdırlar sonucu çıkarılabilir.
Gazete sahipleri cennetmekan olabilirler ama bu ulvi amaçlar uğruna zararına satış yaptıkları için değildir. Özellikle ülkemizde de zaman zaman konu olan gazete sahiplerinin gazetelerini basın dışı işlerde kullanarak para kazanmaları dışında gazeteler de para kazanan işletmelerdendir.
Hepinizin bildiği gibi basın işletmeleri paralarını reklamlardan kazanırlar yoksa haber satmaktan değil.
Bir düşünün o zaman bir gazete sahibinin işi ne? Ekonomisi çarpıtılmamış ortamlarda gazete sahipleri diğer basın kurumlarının büyük çoğunluğu gibi reklamcılara belli bir okur profiline ulaşım satarlar.
Bu tanım doğru tanımdır. O satılacak okur profilini nasıl ele geçirirler? Ha işte o zaman toplumu haberlendirmek, eğlendirmek falan konularını konuşuruz.”
Okurlarım hatırlayacaklardır. İş tanımının ne olduğunu irdelerken onu “kime (pazar) ne satılacağının (teklif) kararıdır” demiştim. Yukarıdaki alıntıyı da bu konuda hata yapmanın ne kadar kolay olduğunu anlatmak için vermiştim. Basın camiasıyla 1980’lerden başlayarak uzun süre yakın ilişkilerde bulundum. Bir gazetenin işi nedir soruma doğru cevap alabildiğim okazyonlar nadirdir.
Bu konuya neden geri dönüyorum anlamışsınızdır. Keşke bu yazımı Zuboff makalelerini yayınlamadan önce yayınlasaydım. Belki şimdi Netflix ekranlarında ünlü olurdum! Sosyal medyanın işi nedir hiç düşündünüz mü? Ben taa o zaman 1987’de daha sosyal medya yokken düşünmüşüm.
Sağlıcakla kalın.
Dipnot:
[1] Eğer aklınızdan geçiyorsa Sn. Cumhurbaşkanının Arapça ve burada sorumsuz anlamına gelen kelimeyi kullanmasını "Türkçe konuşsanız daha iyi olur, anlamıyoruz söylediklerinizi..." diyerek eleştiren gazetecilere en iyi cevabı zamanın meclis başkanı "erek” ne kadar Türkçeyse layüsel de o kadar Türkçedir" diyerek zaten vermiştir.
[2] The Social Dilemma, Yönetmen: Jeff Orlowski, Yazarlar: Jeff Orlowski, Davis Coombe ve Vickie Curtis, 2020 Amerikan belgeseli
[3] Veri madencliği, büyük ölçekteki veriler arasından gelecekle ilgili tahminde bulunabilmemizi sağlayabilecek bilgilerin aranması olarak tanımlanabilir.
[4] Shoshana Zuboff, The Age of Surveillance Capitalism, The Fight for a Human Future at the New Frontier of Power