Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yılını coşkuyla kutladık. Yüz yıllık toplumsal hayatımızın her boyutuyla irdelendiği yüzlerce yazı yayımlandı basında. Bu yazıda da yüz yıldaki gelişmeleri sıralayarak, ekonomimizin genel seyrine değinmeye çalışacağız.
Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, ülkemiz hiçbir dönemde bir ideolojik saplantı ile ekonomisine yön vermemiştir. Yönetimler bu konuda pragmatik olmuş, ne buldularsa onunla mesafe almaya çalışmıştır.
1923 yılında Türkiye bir tarım ülkesiydi. Tarım henüz makineleşmemişti. Öküzlerin çektiği kara sabanla sürülen tarlalardan ürün alınmaya çalışılıyordu. Ülke nüfusu yaklaşık 12 milyondu ve nüfusun %77’si kırsal alanda yaşıyordu. Yapılan hesaplamalara göre o yıl Türkiye’nin Gayrı Safi Milli Hasılası 8,5 milyar dolar, kişi başına gelir ise 712 dolar düzeyinde idi. 50 milyon dolarlık ihracat, 87 milyon dolarlık ithalat yapılmıştı. Yıllarca süren savaşlar nedeniyle kadın nüfusu erkek nüfusunu geçmişti. İstanbul’da “Fes Fabrikası” ve “Ayakkabı Fabrikası” diye tanımlanan iki atölye dışında hiçbir sanayi kuruluşu yoktu. Okuma yazma oranı %7 civarındaydı.
Cumhuriyet yönetimi Lozan Anlaşması ile bağımsızlığını elde ederken Osmanlı Kapitülasyon borçlarını da ödemeyi üstlenmişti. Bu nedenle ekonomide “dışa kapalı ithal ikamesi modeli” benimsendi. İthalat minimum düzeye indirilecek, yerli ürün tüketilecekti.
Kurtuluş Savaşı batı dünyasına karşı verildiğinden ve bu ülkeler kapitülasyon alacaklısı konumunda bulunduğundan, zamanın yönetimi yüzünü Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Kurtuluş Savaşı sırasında da silah ve mühimmat desteği sağlayan Sovyet Yönetimi sanayileşme konusunda da Türkiye’ye destek verdi. İlk elektrik, kumaş, şeker, çimento, kiremit, şişe-cam, kağıt, sigara, demir-çelik, fişek fabrikaları bu dönemde kuruldu. Sovyet yönetimi sadece uygun koşullarda fabrika satmıyor; gönderdiği mühendislerle know-how transferi de yapıyordu. Kurulan bu fabrikaların tümü kamu tarafından finanse ediliyor ve Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) tarafından işletiliyordu. Anılan KİT’ler yetiştirdiği mühendis ve ustaları ile 1950 sonralarında açılmaya başlanan özel sektör fabrikalarının da yetişmiş insan gücü kaynağını oluşturuyordu.
1939-1945 yılları arasında yaşanan İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisi felç olmuş; kaybeden taraf kadar kazanan taraftaki ülkelerin de sanayisi çökmüştü. 1945 yılındaki küresel dış ticaret 1 milyar dolar düzeyinde kalmıştı. Türkiye savaşa girmemiş de olsa küresel daralmadan zarar görmüş; “kıtlık yılları” denen dönemi yaşamıştı.
1944 yılında Bretton Woods konferanslarında dünya mali sistemi yeniden dizayn edilmiş; Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası kurulmuş; kambiyo kısıtlamaları kaldırılmış, ABD’nin ulusal parası dolara bağlı bir konvertibl para düzeni oluşturulmuştu. Dünya Bankası öncelikle müttefik Avrupa ülkelerinin ekonomisinin onarımına sonra da az gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmasına yardımcı olacaktı. 1947 yılında imzalanan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ile de dünya ticaretinin serbestleştirilmesi yönünde önemli bir adım atılmıştı.
İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği dönemde tek liderin tüm yetkilere sahip olduğu faşist rejimler savaşın kaybedeni, demokrat devletlerin oluşturduğu batı dünyası ile sosyalist Sovyetler Birliği savaşın kazananı olmuştu. Dünyada iki siyasi kutbun oluştuğu bu dönemde Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin arası bozulmaya başlamıştı. Savaş galibi şımarık Stalin 1925 yılında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan dostluk ve tarafsızlık anlaşmasının yenilenmesi koşulu olarak boğazlarda üs ve doğuda toprak talebinde bulundu. Türkiye bu talepleri tamamen reddederek batı dünyasına yakınlaşmaya başladı. O yıllarda ABD’ye yakınlaşmanın tek koşulu çok partili demokratik bir rejime sahip olmaktan geçiyordu. Türkiye 1946 seçimlerinde çok partili olarak girdiyse de CHP iktidarı değişmedi. 1950 seçimleri 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi ve Demokrat Parti seçimi kazandı.
Savaş boyunca başarılı bir biçimde yürütülen tarafsızlık politikası, uygun dış ticaret ilişkileri geliştirmişti. Bu yüzden DP iktidarı ilk yıllarında dış kredi kaynakları bulmada başarılı oldu ve bunlardan yararlandı. Ayrıca savaş döneminde Merkez Bankası rezervleri de altın ve döviz bakımından iyi bir seviyeye ulaşmıştı. 1959 yılında Gayrı Safi Milli Hasıla 42,6 milyar dolara Kişi Başı Gelir de 1.481 dolara yükselmişti. Aynı yıl Türkiye’nin ihracatı 354 milyon dolara, ithalatı 470 milyon dolara ulaşmıştı. Türkiye 1953 yılında GATT Anlaşmasını imzalamış ve dünya ekonomisi ile entegre olma yönünde bir çabanın içine girmişti.
Kore Savaşı’na asker gönderilmesi ve ardından NATO’ya giriş vizesinin alınması uluslararası koşulları Türkiye’nin lehine çevirdi. Tarım ürünlerinin dış pazarda uygun fiyatlardan müşteri bulması ve Marshall Planı çerçevesinde dışarıdan gelen para bu ilk dönemde ciddi bir ekonomik ferahlık yarattı. Tarımda makineleşmeye hız verildi ve ülkede ciddi düzeyde karayolu yapımına girişildi. Yol yapımının yaygınlaşması, şehirler, kasabalar ve köyler arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirmesinin yanı sıra, eğitim ve ortak kültür ortamlarının da yaygınlık kazanmasına yol açtı.
1960 askeri darbesi ile Demokrat Parti’nin iktidardan indirilmesi sonrasında 3,5 yıllık bir geçiş dönemi yaşanan ülkede bütçe açıklarını azaltan piyasa ekonomisi kurallarının benimsendiği ve piyasa koşullarında fiyat oluşumuna engel olan Milli Koruma Kanunu’nun yürürlükten kaldırıldı bir dönem oldu. 1964-1980 arasında genellikle Adalet Partisi’nin ön aldığı bir “koalisyonlar dönemi “yaşandı. 1980 askeri darbesi ile ordu yine siyasi ve iktisadi krizleri gerekçe gösterilerek yönetime el koydu.
1980’lere gelindiğinde, Türkiye’nin nüfusu 44 milyona, Gayrı Safi Milli Hasılası 71 milyar dolara, Kişi Başına Geliri 1.580 dolara çıkmıştı. 1981 yılında 4,7 milyar dolarlık ihracat, 8,9 milyar dolarlık ithalat gerçekleştirilmişti. Giderek gelişen özel sektör yatırımları ile iç piyasa talebini tümüyle karşılanmasının yanı sıra yurtdışı pazar arayışlarına da başlanmıştı. Kalıplarına sığamayan Türkiye artık “dışa kapalı ithal ikamesi modeli” ile yönetilemez hale gelmişti. 1980 yılında Bakanlar Kurulu’nda alınan ve kısaca “24 Ocak Kararları” diye adlandırılan düzenlemelerle bu modelden vazgeçilerek “dışa açık ihracata dayalı ekonomi modeli” benimsendi. Askeri darbeyi yapan cunta yönetimi de bu kararların mimarı Turgut Özal’ı aynı programları uygulamak üzere Başbakan Yardımcılığına getirdi.
1983 yılında yapılan seçimleri kazanan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi de aynı ekonomik modeli izlemeye devam etti. Kambiyo tahditleri kaldırıldı. Döviz işlemleri sadece Merkez Bankası Şubelerince gerçekleştirilirken, diğer kamu bankaları ile ticari bankaların da döviz işlemi yapması ve döviz büfeleri kurulması yönünde düzenlemeler yapıldı. Önceleri ithalat büyük ölçüde “ithal müsaadesi” ile gerçekleştirilirken, dış ticaret serbestisi yaygınlaştırılarak, ülkeye tüketim malı ithalatına da izin verildi.
Ancak “liberalleşme” konusunda bankacılık sektöründe ipin ucu kaçınca, faiz oranları iktisadi olmaktan çıktı. Bu durum 2001 ekonomik krizini doğurdu ve bu dönemde 20 banka battı. 2001 yılında Kemal Derviş başkanlığındaki ekonomi yönetimi ciddi bir bankacılık reformu yaparak ekonomik istikrarı tekrar sağladı. 2001 yılında Gayrı Safi Milli Hasıla 202 milyar dolara, Kişi Başına Gelir ise 3.100 dolara ulaşmıştı. Aynı yıl ihracat 31,3 milyar dolara ithalat ise 41,4 milyar dolara çıkmıştı.
2002’den sonra yapılan tüm seçimleri Akparti kazandı. Siyasi istikrar ekonomik istikrarı da beraberinde getirdi. 2013 yılında Türkiye’nin nüfusu 77 milyona ulaşırken, Gayrı Safi Milli Hasıla 958 milyar dolara, Kişi Başına Gelir 12.508 dolara çıkmıştı.
Siyasi çalkantılar ve parti içi iktidar savaşları 2016 yılında 15-16 Temmuz olaylarının yaşanmasına vesile oldu. Ekonomik büyüme yavaşladı. 2021 yılında Türkiye’nin nüfusu 85 milyon olmuş; ülkemizde 5 milyon da mülteci yaşamaya başlamıştı. Aynı yıl Gayrı Safi Milli Hasıla 819 milyar dolar, Kişi Başına Gelir ise 9.661 dolar olarak kayıtlara geçti. 2021 yılında 225,3 milyar dolar ihracat gerçekleşirken 271,4 milyar dolar ithalat yapıldı ve 46,1 milyar dolar dış ticaret açığı verildi.
Şimdilerde, Suriye iç çatışmaları, Rusya-Ukrayna Savaşı, Kahramanmaraş Depremi derken bir de İsrail – Filistin çatışmaları ile yüz yüze gelmiş durumdayız. Son on yılda borsadan uzaklaşan yabancı sermayeyi tekrar Türkiye’ye geri getiremedik. Resmi işsizlik oranı % 10’lar düzeyinde. Döviz darboğazını aşamadık. Yüksek enfl asyon sarmalından çıkış için de üç yıldan önce bir ışık görünmüyor.
Eminim ki yüz yıl sonra bizim bugün yaptığımız gibi dönem analizi yapanlar yaşadığımız bu son yılları doğru analiz edeceklerdir.