AYDIN ÖNCEL
EKONOMİST
Fed Başkanı Jerome Powell, covid salgınının hemen öncesinde, 29 Ocak 2020 tarihinde; ABD’de, işsizliğin yarım yüzyılın en düşük seviyelerine düştüğünü ve ücretlerde uzun bir durgunluktan sonra artışlar gözlendiğini söylerken, küresel ekonomideki iyileşmeyi işaret etmişti… Oysa aynı Powell, tarih yaprakları henüz 3 Mart 2020’yi gösterirken, bu defa virüsün, tüm dünyada ekonomik dengeleri bozduğunu ve salgının ekonomilere ciddi yükler getireceğini, riskler karşısında güçlü durabilmek için faizleri düşürmek zorunda olduklarını açıklamıştı…
Salgında dalganın artması nedeniyle meydana gelen zorunlu kapanmalar, ekonomik aktivitede benzeri yaşanmamış bozulmalar yarattı. Alınan önlemlerin başında, faizin sıfırlara yakın seviyelere indirilmesi ve para arzının arttırılması geldi. Tüm bu önlemleri, 2007 – 2009 yılları arasında yaşanan “Mortgage Krizi”nden ayrıştıran tek fark ise kredi musluklarının biraz daha fazla açılmasıydı. Bu gelişmeler, maskeleri düşürmüştü! Dünyada, bir şeyler yolunda gitmiyordu!
Acı reçeteler
Merkez Bankalarının gündemden düşmeyen regülasyonları, İngiltere Merkez Bankası’nın 1900’lerin başlarında uyguladığı, bankaların varlıklarını teminat almak suretiyle mevduat sahiplerine karşı ödeme zorluğu yaşadıklarında, onlara ihtiyaç duydukları parayı vererek, krizlerde ayakta kalmalarını sağlamaktan başka bir işe yaramıyor.
Türkiye’de de finansal istikrara yönelik tehditlere karşı politikalar geliştirme sorumluluğu ile hareket eden TCMB, döviz kuruna dayalı istikrar programı kapsamında uygulanan “kur çıpası” kaynaklı 2001 likidite krizinden hemen sonra bir kısım “yapısal değişikliğe” giderek, kuru dalgalanmaya bırakmıştı… “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile bankacılık sektörüne yönelik tedbirlerin alınması, mali disiplinin sağlanması, yapısal reformların gerçekleştirilmesi, makroekonomik politikaların enflasyonla mücadelede etkin şekilde kullanılması, sürdürülebilir büyüme ortamının oluşturulması amaçlanıyordu... Oysa geldiğimiz noktada, işlerin hiç de kitaplardaki gibi gelişmediğinigörüyor, yaşayarak deneyimliyoruz. Sürekli elimize tutuşturulan acı reçeteleri içmek zorunda kalıyoruz!
Enflasyon ve faiz sarmalı
Türkiye, sadece enflasyon sarmalından çıkamamakla kalmıyor, yüksek faiz sıralamasında da listenin en başında yer alıyor. Grafik-1’de görüldüğü gibi, hemen arkamızdan gelen Arjantin’den sonraki ülkelerle aramızda dramatik farklar söz konusu.
Türkiye’nin hem enflasyon ve hem de faiz sarmalından kurtulamamasının başlıca sebeplerinden biri bağımlı bir ekonomiye sahip olmasıdır. Birçok ülke merkez bankalarında olduğu gibi, TCMB de FED kararlarını birkaç toplantı geriden takip etmekte ve ona göre kararlar alarak, politikalar üretmektedir.
Bunu en iyi grafik-2’deki, oranlardan bağımsız olarak gerçekleşen faiz kararlarının seyrinden anlıyoruz. FED, 0,25 faiz oranlarından yüzde 5,50’lere çıkarken, TCMB de yüzde 8’li seviyelerden yüzde 50 seviyelerine kadar faiz artırımlarında bulundu. Fakat hafta içinde, istihdam kazanımlarının yavaşlamasının ve işsizlik oranlarının yukarı yönde hareket etmesinin altını çizen FED, büyüme beklentisinin düşmesinin etkisi ve biraz da resesyon korkusuyla 0,25 olarak beklenen faiz indirimini, 50 baz puan olarak gerçekleştirdi. Hemen ertesi gün, TCMB, enflasyonla mücadelenin biraz daha zaman alacağı düşüncesiyle şimdilik faizleri sabit bıraktı, FED’in Kasım ve Aralık aylarında alacağı kararları beklemeye başladı…
İnsan ve emek
Gelişmelerden de kolayca anlaşıldığı gibi, aradan geçen bir asırdan fazla zamana rağmen ekonomilerde genel hatlarıyla değişen pek fazla bir şey olmadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Yıl geçmesin ki dünyanın herhangi bir coğrafyasında finansal kriz yaşanmasın, dalgalar yayılmasın… Ekonomi yönetimlerinin, meydana gelen bu sarsıntı ve finansal saldırılardan, sürekli tekrarlanan, birbirine benzeyen uygulamalarla çıkış yolu aramasından dolayı halklar epeyce yoruldu!
Dolayısıyla, her defasında çıkmaz sokaklara sapmaktan, duvara çarparak ağır hasarlar almaktan ve salt, para politikalarıyla cebelleşip durmaktan kurtulmanın zamanı çoktan geldi! Evet, para önemlidir, hem de çok! Ancak son yıllarda yaşanan her türlü gelişme, insanın ve değeri yaratan emeğin önemini bir kez daha su yüzüne çıkarmıştır. İnsan varsa üretim vardır, insan varsa tüketim vardır, insan varsa bilim, sanat, teknoloji, yapay zekâ, eğitim, sağlık, güvenlik ve daha ne varsa, insan varsa vardır.
Bu nedenle, hem ekonomik hem de siyasal istikrarı sürekli tehdit eden, merkez bankalarının paradigmalarından biri olan Keynesyen ekonomi, faiz ve para politikaları dışında, insanı ve emeği önceleyen, özgün yaklaşımların hayata geçirilmesi artık bir zorunluluktur!