Bir ekonominin tamamı için böyle bir kavram var mı bilmiyorum –sanmam- ama on yıllar boyunca ekonomi esnek ve tuhaf biçimde dinamikti. Üstelik hiçbir şeyin de gerisinde kalmıyor ya da kalmıyordu. Kalkınma gerçekleşmedi –Kore değil Çin değil vb.- ama fazla geride de kalınmadı. Toplumun yüzde 20’si tüketebilir ve zenginleşir, servet biriktirir olunca –önemli ölçüde altın, döviz, arazi rantı gibi esas faaliyet dışı gelirler sayesinde- sorun yokmuş gibi görünebilir. Hele hele orta katmandaki iki 20’lik Gini dilimi durumu idare ediyor ve TL zaman zaman değer kazandığı için ithal mallara ulaşabiliyorsa. Bu dönemin sonuna geliyoruz.
Ancak bambaşka ve önemli şeyler de oldu: Mesela planlama. Tinbergen geldi, Kaldor geldi. Endikatif plan revaçtayken Türkiye bu uygulamayı denedi. Gerçi 1960’larda “sanayicilere” sanayileşmenin gerekli olduğunu anlatmak gerekiyordu ama olsun. İkincisi Ecevit’in köykentidir. Önemli defosu şuydu: Taşıyıcısı yoktu. Yani uygulanamazdı çünkü uygulamaya talip olacak ne merkezi bir güç ne de yerel güçler, insanlar vardı. Ancak teorik olarak dönemin önemli akımlarından birisine, sosyalizm içinde yaşanmakta olan açmazları aşabilecek bir öz yönetim, kendi kendine yönetim, yerinde kalkınma, teşviklerin tasarımı gibi konulara el atan bir çalışmadır. Ecevit’in de bazen katıldığını biliyoruz: Neye? Çalışmalara. Kimlerle? Yanlış hatırlamıyorsam Kleindorfer, Vanek, Horvat ve hocamız Murat Sertel. Burada entelektüel sermaye vardır.
Uygulanan ne oldu? 24 Ocak. Bu dahi öncü bir adımdır ve neoliberal dalganın ilk sörfçülerinden birisi burasıdır. Temel metni yazanlar Derviş ve Robinson oldu: 1978. Derviş 2001’de bizzat gelip bir tur daha değişim/tahkimat yaptı. 1987’de NBER Macroeconomics Annual’da uygulayıcı Özal’ı öven de Derviş’tir. Öncesinde işçi dövizleri meselesi var ki olmasaydı ihracata çok daha önce açılmak gerekli olacaktı. Sonuç şudur: Hangi yönde adım atılırsa atılsın birileri bunu benimsemiştir. Bir şey yapılırsa, stratejik bir yön değişikliği olursa bunu benimseyen ve buradan zenginleşmeye soyunan bir kitle çıkar. Acayip esnek bir ‘girişimci ruhu’ var.
Başka? Yakın zamana kadar fazla borç vardı ama gelir de vardı. Tasarruflar otonom yatırımlara göre hep düşük kaldığı için daima göreceli sermaye kıtlığı söz konusuydu. Yani özkaynak/kredi (borç) çarpanı yükselme eğiliminde oldu. Sürekli düşük faizli kontrol edilmeyen kredi talep etmenin bir nedeni çabuk zenginleşme arzusuyken bir diğer nedeni de gerçekten de özkaynak zayıflığıdır. Servet birikse de servet sermaye demek olmadığı için bu böyledir. Bir dairenin fiyatı 5 iken 10 oldu diye yatırım olacak veya işletme sermayesi açığı kapanacak değil. Tabii, işin bir de döviz tarafı var. Döviz açığı da net ve kalıcı olduğu için uzun vadeli bakınca mesela uluslararası yatırım pozisyonu eğilim olarak bozulması beklenir. Burada durursa sorun olmaz. Öte yandan 2001 sonrası da ilk aşamada yabancılar için ‘gelmiyorlar’ deniyordu. Bayağı bir geldiler. Fazla yabancı sermaye çekersen de pozisyonun bozulur. İyi midir kötü müdür? Kredi almak iyi midir kötü müdür? Alabilmek alamamaktan iyidir; güveni gösterir. Borç artıyor demekle de iş bitmiyor yani; nasıl kullanıldığı önemli.
Yüksek kâr oranları olduğu da hem doğru hem de doğru değil çünkü neye göre yüksek? Son 25 yılın dünya genelindeki gelişmekte olan ülkeler temposuna göre büyüme yüksek değil, ortalarda. Değil ki genelde sermaye yeterince birikmiyor. Veya şöyle: Yıllarca mali baskılama ile negatifin de negatifi reel faiz verirsen kar oranı tabii yüksek kalır. Bu durumda faiz oranıyla kar oranının birbirine yakın olmasını bekleyemeyiz: Bu ancak Keynes dünyasında olur. Öte yandan eksik rekabet tabii ki pek çok sektörde yüksek kar oranına yol açıyor. Sendikalaşmanın olmaması ücretlerdeki dalgalanmayı ya politik döngülere ya da verimlilikle alakası zayıf biçimde piyasanın eksik rekabet derecesine bağlıyor. Enflasyonda da bu etki önemli.
Bir mesaj da şudur. Mesela 2009’da banka özkaynaklarının erimesine izin verilip seyirci kalınsaydı krizden çok zor çıkılırdı. Doğru adımlar atılınca 2009 son çeyrekten itibaren reel sektör toparlandı. Ancak 2008 ve asıl 2013 sonrası ekonomi zorlanarak dönüyor ve artık teşviklerle dönüyor. 2017’nin kredi garanti fonunu hatırlayan var mı? Yani kamu el atmayınca dönmüyor. Buradaki en önemli sorun da bence tüketicinin aşırı borçlu oluşudur. Kime göre? Buraya göre, buranın tarihine göre. Karşılığında varlık var mı? Var tabii. Var ama sonuçta önce kur etkisiyle karışık, sonra da kredi kaldıracıyla bugüne gelindi. Refaha ulaşılabiliyor ve kolay yoldan refaha erişilebiliyor algısı yayıldı. Ne düşünülür? “Madem idare edilebiliyor o halde değişmeye ne gerek var?” Esasen değişim olsa da istenen yönde olmuyor; regresyon şeklinde cereyan ediyor.
Gelecekte göçmenlerin de etkisiyle göreceli olarak vasıfsız ama talep eden ve bir sebepten haksızlığa uğradığını düşünen büyük bir kalabalık olacak. Çok az sayıda aşırı vasıflı da olacak. Arada derede kalanlar durumu idare etmeyi deneyecekler. Ekonomik motifle oy verme davranışı buna göre oynaklaşacak. Teşvik, vergi, kredi, rant sarmalında bu iş bir tur daha döner mi? Döndüğü kadar. Unutmayalım ki hakikaten esnek, hızla hizmetlere geçmiş ve GSYH kompozisyonu ABD’ye benzemiş bir ülkeden bahsediyoruz. Risk primini kontrol edebilen becerikli bir heyet ekonomiyi ‘döndürmeyi’ başarır. Ama bu ekonomiyi nereye taşır? İnsan kaynaklarını ne kadar kaliteli yapar? Teknolojik ilerleme ve toplam faktör verimliliği ne olur? Bunlar ayrı meseleler.