Türkiye’de ekonomik politikaları 2023 yılı genel seçimleri sonrasında yeniden şekillendi. Para ve maliye politikalarında karar alıcılar uluslararası çerçevede liyakat sahibi ve takdir gören isimlerle değişti. Uygulanan politikalar da -genel seçimler öncesinde uygulanan ve makro-finansal istikrarı bozan aşırı genişleyici politikalardan uzaklaşarak ekonomide dengelenmeyi benimseyen uygulamalara doğru evrildi.
Ancak uygulamada, sorunların kaynağını ele almaktan ziyade, 1980’li, 1990’lı yıllarda uygulanan tipik “kemer sıkma politikaları” benimsendi.
Nedir bu tipik kemer sıkma politikaları? Basit olarak faiz artışı, vergi artışı ile kur ve ücretleri baskılamaya dayanan politikalardır.
Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunlar ve geçmişten gelen “sürdürülebilirlik” endişeleri devam ettiği için, uygulanan kemer sıkma politikalarının, finansal sistem üzerinde birikmiş yüksek kur riskini azaltma dışında, maalesef istenilen düzeyde etkinliğini göremedik.
- Programın temel hedefi olan enflasyonla mücadelede, faiz oranlarının gelmiş olduğu “%50 + 3” seviyesine rağmen eylül ayında yıllık enflasyon %50 civarında gerçekleşti.
- Faiz artışları ve reel kurdaki değerlenmeye rağmen son bir yılda yurt dışından gelen DİBS yatırımı 13,5 milyar dolarla sınırlı kalırken hisse senedine giriş olmadı.
- 2023 yılı başından bu yana kurumlar, gelir, özel tüketim, katma değer, motorlu taşıtlar gibi hemen hemen tüm alanlarda vergi artışları yapılmış olmasına rağmen 2024 yılında bütçe açığının milli gelire oranının %5 ile yüksek bir düzeyde gerçekleşeceği tahmin ediliyor.
- En geniş tanımlı işsizlik olarak adlandırılan atıl işgücü (zamana bağlı eksik istihdam, işsizler ve potansiyel işgücünün toplamı) ağustos ayında yüzde 27,2 ile tarihi rekor düzeylere çıktı.
- Tüketimde soğuma istenilen düzeye ulaşmamışken başta imalat olmak üzere reel sektörde sert daralma eğilimi başladı.
Önümüze baktığımızda, enflasyonda istenilen kazanımların hala elde edilememiş olması, kamu harcamalarının ülke önceliklerine göre şekillendirilerek azaltılamaması gibi sebeplerden dolayı yürütülen yüksek faiz, yüksek vergi ile baskılanan kur ve ücret politikalarının devam edeceğini anlıyoruz. 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu tasarısından bütçe açığındaki düşüşün esas itibarıyla vergi gelirlerindeki artışla sağlanmaya çalışıldığını, gider kontrolünün de yatırım ödeneklerinin baskılanmasıyla sağlanacağını görüyoruz. Bu da gerek Merkez Bankası’nın dezenflasyon programı gerekse ülkenin kalkınma potansiyeli açısından kötü bir haber olarak karşımıza çıkıyor.
Bunların üzerine yapısal planda nitelikli iş gücü ve üretim ile liyakatli bazlı kurumsal yapıların iyileşmemesi kaynaklı, Türkiye’de ortalama gelirin asgari ücrete yapıştığı, toplam bağımlı nüfusun arttığı ve dolayısıyla asgari ücretin ortalama satın alma gücünü belirlediği katı bir sarmal olguyla baş başa kalıyoruz. Yapısal politikaların tüm bu katılıkları çözmemesi halinde, önümüzdeki dönemde ekonomik gidişatın toplumsal refahı daha da aşağı çekerek ekonomi politikalarının sürdürülebilirliği konusunda soru işareti yaratması olası görünüyor.