Ekonomi gündeminden birkaç başlık

Tuğrul BELLİ GÜNDEM

Bugünlerde ekonomimizle ilgili 3 tane tartışılan konu var. Birincisi Sn. Ertan’ın geçen hafta TBMM Bütçe komisyonundaki sunumunda büyümeden ödün vermeden enflasyonun düşürülebileceği iddiası. Türkiye’de bu 2002-2004 arasında gerçekleşen bir durumdu. Ancak Türkiye ve Dünya’nın o günkü iktisadi konjonktürü ile bugünkü konjonktürü arasında dağlar kadar fark var. Şöyle ki: Türkiye 2001 başında bir ödemeler dengesi krizine girmiş, döviz kurları fırlamış ve TL son derece değersizleşmişti. O sene büyüme yüzde -6 olmuştu. Kısaca, istikrar programına başlangıç noktasında zaten Türkiye ekonomisi ciddi bir darbe yemişti. Ayrıca yeni programa IMF’nin tam desteği söz konusuydu. (Bu desteğin altında IMF’nin 2000 başında Türkiye’ye bizzat Stanley Fischer tarafından empoze edilen “tablita” programının başarısızlığının da payı var şüphesiz.)

O dönemde diğer önemli bir çapa ise AB idi. AB ile müzakereler o güne kadar olmadığı kadar müspet bir şekilde ilerlerken, en önemli pürüzlerden biri olan Kıbrıs ile ilgili de kalıcı bir çözüm ihtimali güçleniyordu. ABD’de ve diğer gelişmiş coğrafyalarda değil enflasyon riski, aksine deflasyon riski söz konusuydu. (Özellikle Çin’in hem mal, hem de finans piyasalarında artan dominansı böyle bir duruma sebep olmuştu.) Enerji fiyatları düşüktü (Brent petrol 30 dolarlar civarındaydı) ve Fed ise canlanma sağlamak amacıyla faizleri yüzde 1 seviyelerine kadar düşürmekteydi. Öte yandan, bankacılık kesimindeki reformlar sayesinde bankalar toparlanmış ve gelişmiş ekonomilere kıyasla o güne kadar çok küçük bir hacme sahip olan bireysel kredilere de hız verilmeye başlanmıştı. Bugüne geldiğimizde, özel bankaların bilançolarının sağlamlığını bir kenara koyarsak, yukarıda sıraladığım hiç bir kriterde 2002 noktasında değiliz. Bu nedenle bugünlerde “büyümeden ödün vermeden enflasyonu düşüreceğiz” söylemi fazla iddialı kalmakta.

Tartışılan diğer konu Sn. Şimşek’in yoğun bir şekilde hem Batı finans merkezlerinde, hem de petrol zengini ülkelerle gerçekleştirmekte olduğu ülkeye finansman sağlanmasına yönelik görüşmelerden aldığı sonuçların ve yabancıların beklentilerinin neler olduğu konuları. BofA’nın 4-5 Ekim toplantılarında katılımcıların fikirlerini özetleyen bir bilgi notu dünden beri medyada sirküle etmekte. Buna göre yatırımcılar faizlerin halen reel olarak eksilerde olmasını olumsuz görüyorlar. Ancak doğru faiz politikasının da faizleri bugün hüküm süren enflasyon düzeyine çıkarmak olmadığını da kabul ediyorlar. Türkiye eurobond’larının fiyatlarının bugünlerde adil değerini (fair value) bulduğunu düşünüyorlar. 2024-27 arasındaki dış borç ödeme takvimini oldukça yüklü buluyorlar. Bazı Avrupalı fonlar Türkiye’nin AİHM’nin kararlarına itirazları nedeniyle AP’den çıkarılma riskini önemli buluyorlar. Deprem maliyetlerini karşılamak için deprem yardım fonu kurulması ve bunun uluslararası piyasalarda tahvil ihraç etmesinin avantajlı olacağını söylüyorlar. Pek çok fonun bunun gibi insani yardım fonlarına yatırım yapmak için özel kotaları bulunuyor. (Neden bugüne kadar bu konu Hazinecilerin aklına gelmedi acaba?)  Benzer şekilde özellikle özel şirketlerin dış kaynak ararken çevreci ve toplumsal (E&S) yatırımlarla ilgili gerekli kriterleri yerine getirmiş olmalarının kaynak sağlamada önemli bir avantaj sağlayacağının altını çiziyorlar. Görüldüğü gibi yabancılardan somut ilgi var, ancak bu ilgi önümüzdeki dönemde ekonomi politikalarının nasıl şekilleneceğine de yakından bağlı. Halen, “bekle, gör” stratejisi ağır basıyor. 

Üçüncü tartışılan konu da gene Sn. Şimşek’in bir haber kanalı mülakatında hem “çalışanları ve emeklileri enflasyona ezdirmeyeceğiz” demesi, hem de “yüksek ücret artışlarının yüksek enflasyona sebep olduğunu” ifade etmesi. Ücret-enflasyon sarmalı ekonomide yaygın görülen bir olgu. Ancak seçimler yaklaşırken Hükümet doğal olarak maaşların enflasyonun çok fazla altında kalmasına da izin vermeyecektir. (Mamafih 3-4 ay öncesine kadar süren “problemli” enflasyon hesaplamaları nedeniyle ücretler nominal olarak artırılmış ise de zaten “de facto” düşmüş durumda.) Bu nedenle kararlaştırılacak artış oranları enflasyonun gidişatı açısından önemli olacaktır. Öte yandan, bazı “sol” iktisatçıların “çalışanlara değil, şirketlere yüklenin” serzenişlerine de katılamıyorum doğrusu. Tabii ki Türkiye’de reel ücretler düşük, tabii ki bu çarpıklığın mutlaka düzeltilmesi gerekiyor. Ancak o zaman bu zaman değil. Şu anda dar gelirliyi vuran ve gelir dağılımını iyice bozuk hale getiren ana olgu yüksek enflasyondur. Öncelik bunu en çabuk ve kalıcı şekilde düşürebilecek politikalara verilmelidir. Şirketlerin kârlarına da göz dikmenin bir anlamı yok çünkü ekonomideki göreceli soğuma ve faizlerdeki göreceli artış ile birlikte defter üzerinde elde ettikleri kârların önemli bir kısmını zaten geri vereceklerdir. Bir de “fiyatlar dondurulsun” gibi aşırı müdahaleci yaklaşımları savunanlar var. Şu yüksek enflasyona rağmen fiyat mekanizması halen iyi-kötü işliyor. Böyle müdahaleci bir yaklaşımla ise tez zamanda Arjantin’e döneriz. Ayrıca Hükümetin elinde muazzam bir “asgari ücret” silahı var. Türkiye’de ücretlerin yarıya yakını asgari ücret. Karşılaştırma yaparsak bu oran Fransa’da yüzde 11.6, Almanya’da 6.6 ve İspanya’da sadece 0.8. Kısaca Türkiye’de yönetim tek bir kararla ekonomideki en önemli bölüşüme, gelirin üretim faktörlerine göre dağılımına karar veriyor. Böyle bir silah varken fiyat kontrolleri vs. getirmeye çalışmak anlamsız.

Tüm yazılarını göster