Ekonomik performansımızın, daha geçen hafta bilmem kaçıncı kez vurguladığımız, bir “kısır döngü” içinde dalgalanıp durması anlaşılan bizi pek rahatsız etmiyor. Her kafadan bir sesin çıktığı faiz-kur tartışmalarıyla oyalanmayı o kadar kanıksamışız ki, salt yeni bir gündeme kafa yormamak için, sonunda refah kaybına, eğitimde bozulmaya, artan vergilere, borçlara yol açtığını görsek bile ne kadar süreceğini bilmediğimiz bir tüketim tutkusu ile yaşamayı tercih ediyoruz. Yoksa sadece politikacılardan değil, iş dünyasından, akademisyenlerden, sivil toplum kuruluşlarından yani yaygın tabirle toplumun etkili ve yetkili kesimlerinden alternatif ve özgün bir program önerisi ya da en azından bu yolda bir çaba görmez miydik? Aslında sadece ekonomide değil her alandaki halimiz, bileşik kaplar kuralına uygun olarak, aynı. Hepimizin nerdeyse en büyük tutkusu olan futboldaki durumumuza bakın. Benim de birkaç yıl en ünlü kulüplerimizden birinde yöneticilikle bizzat deneyimlediğim tuhaf bir ekosistem içinde yıllardır bir adım ilerlemeyen, hesap verme ya da sorma alışkanlığının olmadığı, kronik mali kriz ve nakit açığına rağmen altyapıya kaynak ayrılmayıp dünyanın her köşesinden oyunculara piyasa fiyatlarının birkaç kat üzerinde paraların hiçbir itirazla karşılaşmadan ödendiği, üstelik uluslararası düzeyde kalıcı bir başarı gösteremeyen, medyada futbolun lider ülkelerinin birkaç katı yer verilen, sürekli kamu desteğine, borç yapılandırmasına ve vergi affına ihtiyaç duyan, ama yine de sistemin bütün taraflarının tutku ve memnuniyet ile bağlılığını/izlemeyi sürdürdüğü anlaşılmaz bir dünya. Geçen sezon fahiş ücretlerle transfer ettiği yirminin üzerinde futbolcusunun büyük bölümünü büyük zararla sattırıp daha büyük maliyetle birçok yeni oyuncu aldıran, ama daha 16’ncı haftada liderin 10 puan gerisinde kalan bir antrenörün başarısızlığını “düşmanlarının, kıskananların, çekemeyenlerin oyunları ve kuyu kazması” ile açıklayabilmesi hiç de şaşırtmıyor. Demem o ki kısır döngülere düşkünlüğümüz yalnızca ekonomi ile sınırlı değil.
Acemoğlu ve verimlilik çıkmazı
Öte yandan, en büyük avantajımız olan insan kaynağımızı yeterince eğitip donatmadığımız gibi, her nasılsa iyi yetişmiş olanları da yurt dışında arayışlara iten, yurt dışındakileri ise uygun istihdam olanakları ile cezbedemeyen bir ortamı oluşturmuş durumdayız. Üstelik içeride kalanların görüşlerini de dinleyen ve önemseyen yok. Bu nedenle yükseköğrenimini ABD’de yapıp dünyanın en önemli iktisatçıları arasına girmeyi başaran bir yurttaşımızın, Daron Acemoğlu’nun arada bir Türkiye’ye davet edilip yüzleşmekten kaçındığımız
temel sorunlarımızı tartışma gündemine taşıması çok yararlı oluyor. En azından bir süreliğine
daha geniş bir kesim, bu köşenin okurlarının oldukça aşina olduğu bazı kritik ve temel konularda, kendini dünyanın kabul ettiği bir uzmanın değerlendirmelerini ciddiye alıp düşünmek zorunda hissediyor.
Acemoğlu, kurumları ve demokrasinin yaratıcılığa katkısını merkeze yerleştirdiği yaklaşımında nitelikli ve sürdürülebilir büyümenin ancak faktör verimliliğinin artmasıyla mümkün olacağını, Türkiye’de ise 2001’den önceki ve küresel krizden sonraki on yıllık dönemlerde faktör verimliliğinde hiç artış olmadığını, bu dönemlerde ortaya çıkan kesintili büyümenin kredi hacminin zorlanmasıyla tüketime ve verimliliği düşük firma ve sektörlere kaynak aktarmaya dayanan, sonunda hem krizlere yol açan hem de gelir eşitsizliğini ve sosyal huzursuzluğu arttıran, yani kapsayıcı olmayan nitelik taşıdığını söylüyor. Dünyada da yeni teknolojilerin henüz öncekiler kadar verimlilik yaratmadığını, ama Türkiye’de durumun daha kötü olduğunu, ihraç ürünlerimizin uzun süredir aynı olduğunu ekliyor. Faktör verimliliğinin, teknoloji düzeyi ve kullanım etkinliği ile iş gücü eğitimi olmak üzere iki ayağı olduğunu belirten Acemoğlu, ideal durumun, devletin nitelikli ve güçlü ama toplumun denetiminde olduğu bir düzen olduğunu vurguluyor.
Önce sorunlarla yüzleşmek gerek
Bizim de yıllardır, daha anlaşılır olması için, yerli katma değerin düşüklüğü ve kaynak dağılımının yanlışlığı bağlamında dikkat çekmeye çalıştığımız bu verimlilik sorunu, genç nüfusuna her yıl istihdam yaratmak zorunda olan Türkiye için gerçekten kritik önemde. 2001’den sonraki 16 yılda toplam 560 milyar dolar cari açık ve 60 milyar dolar özelleştirme ile sağlanan büyük kaynağa rağmen, çalışma çağındaki nüfus 13.5 milyon artarken bunların sadece 6.2 milyonuna istihdam sağlanabilmesi mevcut ekonomik modelin yetersizliğini açıklıyor.
Oysa biz alıştığımız kısır döngüyü kırmaya pek niyetli görünmüyoruz. En yeni ve basit örnek, zorlanan olağanüstü gelirlere rağmen artan işsizlik ve yavaşlayan ekonomi nedeniyle hemen bütün vergilerde hedefin büyük ölçüde altında kalan ve hedefin iki katı açıkla kapanan 2019 bütçesi ortadayken 2020 için geçen yıl hedefinin de 30 milyar TL üstünde 785 TL vergi geliri bütçelenmesi. Anlaşılan kısır döngüyü kırmak bir yana, karşı karşıya olduğumuz risklerle yüzleşmemiz de kolay olmayacak.