Bir ülkede en büyük güvencedir hukuk;
Vatandaşın hakkı hukuk yoluyla korunur. Kimi zaman diğer vatandaşların, kimi zaman yabancı uyrukluların ya da bazen bizzat kendi devletinin haksızlığına karşı vatandaşın tek koruma çatısıdır.
Devletin vatandaşına karşı en büyük borcudur aynı zamanda; Ülke içinde ya da dışında haksızlığa uğramış vatandaşları korumak devletin görevidir. Bağımsız yargı işletilir, vatandaşın uğradığı haksızlığa ya çare bulunur, ya da tazmin edilir.
Bir Türk vatandaşının hem ülke içinde, hem de dışında haklarını korumak, mensubu olduğu ülkenin hükümetine düşer.
Ancak ne yazık ki, son yıllarda Türkiye'de buna ters uygulamalar yaşandı/yaşanmakta;
MAVİ MARMARA, KAŞIKÇI CİNAYETİ...
İlk akla gelen Mavi Marmara olayı mesela; Silahsız Türk vatandaşlarının uluslararası sularda İsrail askerlerinin saldırısına uğraması, ölen ve yaralananlar olması üzerine, Türkiye mahkemelerinde emri veren ve uygulayan İsrail vatandaşları hakkında gıyaben davalar açılmıştı.
AK Parti hükümeti ise, İsrail'le imzaladığı bir anlaşma ile bu davaları tamamlanmadan, sona erdirmişti. Bunun karşılığında İsrail tazminat ödemeyi kabul etmişti. Ancak bu tazminatllar bile, İsrailli yetkililerin uluslararası hukuk nezdinde sorumluluğunun kabulü olmasın diye, doğrudan zarar gören vatandaşlara değil, bir fona aktarılmıştı.
Kaşıkçı cinayetinde de benzer bir durum yaşandı; Suç Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde gerçekleşti. Ancak ekonomik krize çare bulmak için para arayan AK Parti hükümeti, Türkiye'de Suudi yetkililer aleyhine gıyaben açılmış davaların tümünü kapattı. Alınan siyasi bir kararla, yargılama yetkisi Türkiye'den Suudi Arabistan'a devredildi.
ZARRAB, KORKMAZ VE HALKBANK DAVALARI...
Bir de bunun tersine işleyen süreçler oldu; Türkiye'de suç işleyen, Türkiye vatandaşı kişilerin yargılanması Türk mahkemelerinde -çoğu siyasi- çeşitli nedenlerle yapıl-a-madı.
Türk mahkemelerinin serbest bıraktığı -kendisine istisnai vatandaşlık hakkı verilmiş- Reza Zarrab, ABD'de yargılandı. Üstelik itirafçı olup, New York'ta bir de doğrudan bir devlet bankasına, Halkbank'a dava açılmasının önünü açtı
Bir başka Türk vatandaşı, Sezgin Baran Korkmaz ise, muhalefetin hala eleştirdiği hukuki/siyasi ihmaller ve yanlışlar zinciri ile yurtdışına kaçmayı başardı. Ancak yakalandığı İsviçre'de yargı, Korkmaz'ın iadesinin Türkiye'ye değil, suç işlediği bir başka devlet olan ABD'ye yapılmasına hükmetti. Yeni yılda ABD'de başlaması planlanan dava öncesinde Korkmaz'ın da tıpkı Zarrab gibi itirafçı olup, hem Türkiye'nin hem de Türkiye'de ilişkisi olduğu kişiler açısından yeni dertler yaratması büyük ihtimal.
LOCKERBİE SANIĞI 34 YIL SONRA AMERİKAN YARGISI ÖNÜNDE
Türkiye'nin yaşadığı tüm bu sıkıntılı hukuki durumlara karşılık, geçen hafta yaşanan bir olay, tam tersinin de yapılabileceğinin somut örneği gibi;
ABD, tam 34 yılın ardından, kendi vatandaşlarına karşı suç işlemiş bir başka ülke vatandaşını kendi yargısının önüne çıkarttı.
1988 yılında, İngiltere'nin Lockerbie kasabası üzerinde bir bomba nedeniyle infilak eden yolcu uçağında, aralarında ABD vatandaşlarının da olduğu 270 kişi ölmüştü. Uçağa bombalı saldırıyı yaptığından şüphelenilen Abu Agela Mesud Kheir, olayın üzerinden 34 yıl geçtikten sonra, Amerikan adaletinin önüne çıkarıldı.
Oysa Libya vatandaşı olan Kheir'i korumak amacıyla daha önce Libya'nın eski Lideri Kaddafi, ülkesinin çok sert yaptırımlara maruz kalmasını bile göze almıştı. Arap baharı ile koltuğundan ve canından olan Kaddafi'den sonra iç savaş yaşayan Libya'da taşlar hala yerine oturmuş değil.
Bu karmaşa, ABD'nin Libya vatandaşı Kheir'i yakalayıp, Amerikan adaletinin önüne çıkarmasını mümkün kılmış görünüyor.
Türkiye'deki vatandaş-devlet-hukuk ilişkisi, bu açıdan bakınca, hiç iç açıcı değil...