Egemenliğin tüzel kişilik olarak tahayyülü

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Carl Schmitt Roma Katolikliği ve Siyasal Biçim isimli ilk defa 1923’te çıkmış kitabında “kilisenin de bir ‘tüzel kişilik’ olduğunu” kabul eder. Tüzeldir ama kilise Hz. İsa’yı –Kantorowicz’in İsa-merkezli kilise modeline verdiği referansları hatırlayabiliriz- şahsen temsil etmektedir. Aynı zamanda civitas humana’yı temsil etmektedir: Yani insan toplumunu/siyasi ve medeni insanlığı. Papa Hz. İsa’nın vekilidir. Bu nasıl olmaktadır? Kilisenin tüzel kişilik de olsa bir “vücudu” vardır. Schmitt açısından Kilise’nin von Gierke’nin “corporate body” dediği şey veya Maitland’ın İngiliz hukukundan bulup çıkardığı corporate sole/body politic benzeri bir tüzel body ecclesiastic olmadığı görülüyor. Paul Vinogradoff’un tüzel kişiliği (corporation) gerçek ve kurgusal tüzel kişilik olarak ikiye ayırdığını ve Maitland ile von Gierke’ye cevap verdiğini göz önüne alabiliriz. O zaman kilise hem tüzel hem de gerçek kişilik midir?  

Tüzel kişilik ya bir kişi tarafından temsil edilir –corpus verum- veya bir kooperatif ya da anonim şirket misali bir kişide cisimleşmeyen bir corpus fictum olabilir. Bu ayrım Schmitt’in egemenin bir corpus verum olduğu tezi için kritik önemdedir. Egemenin bir prensip, bir heyet –egemenliğin kaynağı adalettir ya da meclis egemenliğin kaynağıdır- tarafından ne temsil edilebileceğini ne de cisimleştirilebileceğini, egemenin böyle zuhur edemeyeceğini savunan Schmitt anayasa hukuku/kamu hukuku tezini kiliseye de uygular. Esasen “mucize” benzetmesinin kaynağı Roma Katolik kilisesi olduğu için bu doğaldır. Ya persona ficta hakikatin imgesi olacaktır –figura veritatis- ya da “egemen” güç bir persona ficta veya corpus fictum olamaz. Schmitt ikinci görüşten yanadır. Böylece “egemen” güç veya kişi kurgusal veya tüzel kişilik değildir.

Kantorowicz’in Richard II analizini kısaca hatırlayabiliriz. Shakespeare’in Richard II’si “kralın iki vücuduna” bir artistik örnek olarak kullanılmıştı. Sonuçta “iki vücut” yekpare kalamıyor ve parçalanıyordu. O kadar ki Richard II kralın tahttan feragat ederek insan vücuduna –natural body- indirgendiği, body politic’in yitirildiği anı kralın Kral’a ihaneti olarak –bir anlamda kendi kendisine ihaneti- yorumluyordu. Ancak daha da ötesi gerçekleşiyor, yeni bir body natural doğarken yeni bir body politic de doğuyordu.

Kantorowicz’in Shakespeare oyunlarını derleyerek basan John Dover Wilson’un yazdığı önsöze verdiği referans önemli. Essex Lordunun isyan etmeden önce oyunun Globe Theatre’da taraftarlarının önünde oynanması için talimat verdiği, isyan başarısız olduktan sonra yargılanma sırasında büyük hukukçular Sir Francis Bacon ve Sir Edward Coke’un oyunun siyasi anlamını tartıştıkları ve Elizabeth I’in “Richard benim, bunu bilmiyor musunuz?” dediği naklediliyor. Öte yandan Sean Kelsey Charles I’in yargılanması sırasında oyuna gönderme yaptığını yazıyor. Richard II en azından iki monark, Elizabeth I ve Charles I, tarafından kendileriyle özdeşleştirilen bir artistik-politik kurgusal karakter olarak beliriyor. Ancak Kantorowicz kitabını Schmitt’in favori Shakespeare karakteri olarak Hamlet’i göstermesinden sonra yazmıştı. Burada gerçekten de Schmitt öncü, Kantorowicz ise cevap veren durumunda olabilir.

Victoria Kahn son derece ilgi çekici iki makalesinde Kantorowicz-Schmitt bağlantısını II. Richard ve Hamlet üzerinden kurar. Kantorowicz’in Maitland ve von Gierke’nin daha önce ortaya koyduğu “kurum/şirket olarak kral” tezi, yani “iki vücuda” götüren Tudor kuramı çok önemlidir çünkü Kantorowicz’in bu vurgusundan yola çıkarak anayasacılığa varmak mümkündür. Esasen geniş anlamda anayasa kavramının bir dayanağı budur: “Başkan” şirket olarak kraldan –king as corporation sole- türerken, meclis curia regis ve curia ecclesiae’den ilerler. Başkanlık sisteminin işlemesi için olmazsa olmaz olan kurallar ve centilmenlik anlaşması ise Magna Carta’dan gelir. Kralın tek başına bir kurum/şirket olması –corporation sole veya sole corporate; body politic- İngiliz hukuk tarihini derleyen Sir William Blackstone’un “küçük cumhuriyet” dediği ve von Gierke’nin Almanya tarihinden yola çıkarak yaygınlaştırdığı dernekçilik/şirketçilik –associationism- akımı olarak von Gierke’de ortaya çıktığı şekliyle zaten Schmitt’in hedefinde olmuştu.

Kantorowicz’in de, zaten Maitland’ın vurgulamış olduğu bir olguyu, Common Law’un Roma hukukundan –ve dolayısıyla Blackstone’un ifade ettiği gibi Canon Law ve ius commune’den- tamamen farklı olmadığını açıkça yazdığını ekleyebiliriz. Bu noktada Roma hukukunun özgürleştirici niteliği ortaya çıkar çünkü Roma hukuku “küçük cumhuriyeti” şirket/sosyete/kurumda bulmuş ve egemenin kişiselleşmesini sınırlayarak, tüzel kişilik kavramı yoluyla gelecekte hiçbir “egemenin” tek bir şahıs olmamasının yolunu açmıştır. Elbette bu tez Schmitt’in kabul etmediği bir tezdir.

Konuyu en iyi formüle edenlerden birisinin Claude Lefort olduğu kanısındayım. Lefort, 1988’de “demokrasi bildiğimiz sistemler içinde siyasi gücü boş bir alan olarak gösteren tek sistemdir; gücü kullananlar ona (kişisel olarak) sahip değildir” diyerek vurucu bir noktaya değinir. Lefort “dinsel olan toplumsalın zayıf noktalarında yeniden canlanır” diyerek siyasal teolojinin eski biçimlerine –sembolik değil tahayyül edilmiş bir etkinlik- dönüşün mümkün olabileceğine de işaret etmişti. Alain Minc’in “yeni Orta Çağ” kitabından beş yıl önce yazdığına göre öngörüsü yüksekmiş.

Tüm yazılarını göster