Türkiye'nin 2011'de Suriye iç savaşının patlamasından beri bu ülkeyle ilgili izlediği dış politika yanlışlarının bedeli somut olarak bugünlerde iyiden iyiye görünmeye başladı.
Türkiye'de AK Parti hükümeti Suriye Lideri Beşar Esad'ı "Esed" diyerek anmaya başladığı 2011'den bu yana;
- Türkiye'ye resmi rakamlara göre 3 milyondan fazla Suriyeli sığınmacı geldi. Yine resmi rakamlara göre Suriyeliler için Türkiye hazinesinden 40 milyar dolardan fazla para harcandı. (bu rakamı bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan Mart 2020'de verdi. O günden bu yana ne kadar harcandığına ilişkin ise resmi bir bilgi yok)
- Suriye'nin kuzeydoğusunda PKK terör örgütünün kontrolünde "devletçik" görünümü veren bir yapı ortaya çıktı
- Suriye'nin kuzeybatısında, İdlib'de nüfusun yaklaşık dörtte birini savaşçı cihadçıların oluşturduğu yaklaşık 3 milyon kişilik bir "ne olduğu belli olmayan" yapı oluştu. Buradaki hakim güç ise bir başka terör örgütü olan Nusra-HTŞ.
- Suriye'nin kuzeyinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kontrolündeki alanlar ise, çok kırılgan fay hatları gibi; Orada Türkiye'nin desteklediği güçler, Ankara'dan çıkarlarına aykırı herhangi bir ses çıktığında bölgeyi yakıp yıkmaktan, Türk askeri güçlerine, tırlarına, personeline hatta Türk Bayrağı'na bile saldırmaktan çekinmiyorlar. Nitekim hafta başında da tam olarak bu durum yaşandı; Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Esad için yıllarca kullandığı "katil" sıfatından vazgeçip, Suriye Lideri'nin adını önüne "Sayın" sözcüğünü koyarak anması, Esad'la görüşebileceğini açıklaması, Afrin'in, Cerablus'un ve Türkiye'nin kontrol ettiği diğer bölgelerin karışmasına neden oldu.
Dışişleri'nden bir ilk; dışarıyı değil, Türk vatandaşlarını hedef alan açıklama
Türk Bayrağı'na, Türk varlıklarına saldırı olunca, epeydir unutulmuş görünen Suriye'nin kuzeyi de yeniden gündem oldu. Hem Kayseri'de yaşanan olaylar, hem de Suriye'nin kuzeyinde Türk bayrağı yakmaya varan saldırılar üzerine Dışişleri Bakanlığı da bir açıklama yaptı. Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında iki mesaj çok dikkat çekici;
Açıklamada Suriye politikasına yönelik eleştirilerin "temel tarih bilgisinden yoksun olduğu" ve bu eleştirileri yapanların "egemen güçlerin vekilleri haline geldikleri" ifade edildi.
Tam da AK Parti hükümetinin "etki ajanlığı" adı altında yeni bir suç yaratmaya çalıştığı bu günlerde, Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında kullanılan bu ifadeler dikkat çekici.
Ancak "temel tarih bilgisinden yoksun" ve "egemen güçlerin vekili" ifadelerini kullanırken çok dikkatli olmak gerek elbette;
Çünkü yine AK Parti hükümetlerinin kararı ve talimatıyla 2019'da -yani çok yakın tarihte- ABD ile imzalanan "Eğit-Donat" anlaşması hala hafızalarda. Dışişleri Bakanlığı görevinde henüz bir yılını doldurmuş olan Hakan Fidan da, o günlerde bu konulardan pek de uzak bir pozisyonda değildi; Kendisi bizzat Suriye meselesiyle doğrudan ilgili olan MİT'in Müsteşarı/Başkanı idi.
Bu çerçevede Eğit-Donat anlaşmalarını, hem "tarih bilgisi", hem de "egemen güçlerle ilişkiler" kapsamında nasıl değerlendirmek uygun olur acaba?
Dışişleri Bakanlığı'nda son bir yıldır yeni bir yapılanma olduğu açık; Bakanlık bünyesinde Genel müdürlüklerden, daire başkanlıklarına kadar yeni bir organizasyon şeması oluşturuluyor. Bu yapılanma çerçevesinde Bakanlık tarihinde hiç olmadığı kadar çok, daha önce Bakanlık bünyesinde görev yapmamış isim de kritik görevlere getirildiler.
Elbette bir Bakan'ın yönetimindeki Bakanlık'ta, "daha verimli çalışacağına" ilişkin düzenlemeleri yapması normal.
Ancak normal olmayan, Dışişleri Bakanlığı'nın gelenekleri ve asli görevleri dışına çıkarak, açıklamalarında yabancı ülkelere mesaj vermek yerine, bizzat Türk vatandaşlarını hedef alması.
Ve son bir not;
"Egemen güçlerin vekili" ilan edilmek pahasına, ülkesini seven Türk vatandaşlarına düşen görev de, Türkiye'nin daha güçlü, daha müreffeh bir ülke olması için, kendi bilgisi, tecrübesi çerçevesinde hem iç, hem de dış politikayı eleştirmektir.
Ki, öyle yapmaya da devam edeceğiz...