Edebiyat ajanı!

Önümüzdeki Cuma günü yayınlanacak Dünya Kitap’taki “Kopuk Kopuk” köşemdeki yazılardan biri, izinsiz sesli kitaplar üzerine. Özellikle Youtube’da çok sık karşılaştığımız izinsiz sesli kitap okumaları da telif hakkı ihlali ve korsanlık. YAYBİR, üyelerinin hak ihlallerinin önüne geçmek için yasadışı izinsiz sesli kitaplarla da mücadele ediyor.

Ama bugünkü konumuz o değil. Telif hakları konusu bana, yedi yıl önce kaybettiğimiz çok sevdiğim bir dostu anımsattı. Yarım asırdan fazla yayın sektörünün içinde kalan, 35 yıla yakın bir süre sahibi olduğu Akçalı Telif Hakları Ajansı’nı yöneten Kezban Akçalı’yı...

Sanıyorum on küsur yıl önceydi kendisiyle bir söyleşi yapmıştım. Sohbetimizi Altıyol’da, Bahariye Caddesi’nin başında, boğa heykelinin yakınında Kadıköy’e hâkim bir binada gerçekleştirmiştik. Akçalı Telif Hakları Ajansı bu binanın en üst katında, “bir zamanlar” muhteşem bir İstanbul manzarasına sahip bir dairedeydi. O gün konuştuğumuz birçok sıkıntı, onca yıl sonra bugün de hâlâ geçerli.

“Kütüphanelerimiz yok” demişti Kezban Hanım. “Dünyadaki her yayıncıyı kurtaran olay, kütüphanelerdir. Her ülkede en az 10 bin, 20 bin kütüphane var. Bir yayıncı, oralardaki kütüphaneler 10 bin tane kitap alırsa, ‘berhudar oldum’ diyor.”

Editörlük müessesesinin önemine de değinmişti:

“Bizim yazarlarımız satırlarının değişmesine izin vermiyorlar. Bir gün bir mecmuada okudum, William Saroyan, Amerika’nın tanınmış yazarı, adam diyor ki ‘kitabımı beş kere tepeden tırnağa yeniden yazdırdılar.’”

Sohbete, “zihinsel emeğin karşılığı bir şeye para ödemek galiba bize lüks geliyor” diye devam ederek bugün de karşılaştığım bir durumdan söz etmiştim:

“Meselâ kütüphane yaparlar, çok güzel. Ancak derler ki ‘bize kitap bağışlar mısınız?’ Ama hiçbir zaman ‘bize tuğla bağışlar mısınız?’ demezler, tuğlaya, çimentoya parayı bastırırlar!”

Kütüphane konusunu Kezban Hanım’ın "Hı hı hı, bunlar hıçkırık sesleri, ağlıyorum, artık bağış kitap da almıyorlar” sözleriyle sürdürmüştük: “Bize çok kitap geliyor, onları bağış olarak yollamak istiyorum. Buradaki büyük kalem masraflarımızdan biri de kargoya parası ödenmiş koliler, yollayacağız size, ‘istemiyorum, yerimiz yok’ diyor. Yani kafanı nerelere vurursun…"

Düşünüyorum da ben de yayın dünyasında bulunduğum 45 yıl içinde zar zor ikna ederek üniversite ve belediye kütüphanelerine akıbetlerini bilmediğim 40 binin üzerinde kitap bağışlamışımdır. Bugün tercihim, gazeteci arkadaşlarıma, kitap okumayı seven dostlarıma armağan etmek. Çünkü, okuduklarını görüp duydukça büyük keyif alıyorum, kitaplar da kıymetini bilen kişilere gitmiş oluyor.

O günlerin yayıncı profilini sormuştum "yayıncı profili her yerde değişti” diye başlamıştı söze ve devam etmişti:

“Ticari meta oldu. Frankfurt Kitap Fuarı’na ilk gittiğimde (yarım asır öncesinden söz ediyordu) içeri girdiğim anda yerlere diz çöküp Tanrı’ya yakarmak, şükretmek filan istedim. Bütün yayıncılar orda, tek kat. İçerisi inanılmaz bir çiçek deryası, sahici çiçekler ve kitaplar. Ve gençten orta yaşa, yaşlıya birtakım güzel insanlar. Hintlisi, Almanı, Türkü, Fransızı herkes ordaydı çünkü tek salondu. Böyle güzel bir yerde beş gün yaşamak; ömrümün en güzel beş günüydü belki de. Şimdi bir git, yüksek topuklar üzerinde dolaşan birtakım kızlar ‘valla vaktim olup da okuyamadım, ama güzelmiş!’ diyorlar. Kitaplar hakkında bilgileri yok ve ben artık onların yanına gitmiyorum, çünkü ödlerini koparıyorum, annelerinden bile yaşlıyım."

Sonra da Türkiye’den bir örnek vermişti:

"Pek sevgili bir yayıncım, herhalde 15 sene olmuştur, bir gün ‘ben bu kitabı istiyorum’ diye geldi, ‘en çok satanlarda birinci sıradaki kitap, bunu mutlaka elde etmem lâzım,’ bir baktık: İncil. Bunu sen pek yapamazsın, gel bu orda kalsın, Redhouse yapıyor bunu zaten, dağıtıyor, dedim. Yalnızca ‘en çok satanlar’a bakıp kitap istiyorlar."

Tabii aradan geçen yıllar, yaşadığımız iletişim çağı ve de Google çok şeyi değiştirdi. Günümüzde yayınevleri yurtdışından kitap seçiminde çok daha donanımlı.

Kezban Hanım, yayıncılara kırgındı, şöyle demişti:

“Artık kırıldım. Bir anda herkes telif ajanslarından bir saniyede nefret edip her şeyi telifsiz basabilir. Onu gördüm. O andan sonra da eskisi gibi ajansa da gelmiyorum, bazı günler hiç gelmiyorum, geç geliyorum, bir şeylerim kırıldı. Ben bu insanlar için uğraştım, didiştim. Niye uğraştım, kendi keyfim için uğraştım, ama bir karşılığı vardı. Birileri kitabı basıyordu, o kitabı elime aldığım zaman, Türkçesini gördüğüm zaman böyle evlât sahibi olmuş gibi filan hissediyordum. Şimdi birtakım üvey evlatlar var etrafta, sadece seni sömürüyor, sütünü emiyor, yağını yiyor ve karşılığında hiçbir şey yok. Gözünü oyuyor, e olmaz böyle bir şey. Ha onların bizden şikâyetleri yok mu, git yayıncılarla konuş, sabaha kadar bizi şikâyet etsinler…”

Kırgın bir şekilde de aramızdan ayrıldı. Yapılan binalarla artık manzarası kalmayan Kadıköy’deki o ofiste veya dışarıda bir yerlerde onunla sohbet etmeyi ve Dünya Kitap’taki “Edebiyat Ajanı” yazılarını çok özledim. Keşke burada, bizimle olsaydınız Kezban Hanım…

Tüm yazılarını göster