Mustafa BAŞAR - Yönetim Kurulu Danışmanı
Binlerce yıl boyunca dünya ve insanlık değişim geçirmeye devam ediyor. Maalesef birçok canlı türünün nesli tükendi, yeryüzündeki deniz ve kara şekilleri ile iklim bile değişti. Bütün bu olanlardan en fazla sorumlu olan insanların ise sayıları hızla çoğaldı. Değişim elbette kaçınılmazdı; insanların alışkanlıkları, beğenileri, beklentileri, yaşam süreleri gibi neredeyse sahip oldukları, onlara ait olan her şey değişimden nasibini aldı. Hatta çevresini tanıdıkça kâinat ve yaratılış, ideal yönetim tarzı ile bilimsel konulardaki fikirleri bile değişti! Ancak az da olsa bazı şeyler değişmedi. İnsan türüne has olan duygular kalıcı oldu; manipülasyona açık olsa da, tarih boyunca insanın ve toplumların kaderleri üzerinde büyük rol oynadı “duygular”. Sosyal ya da savunma amacıyla ve hatta ticari amaçla bir araya gelen insanların organize olma, aynı amaca yönelik çalışma konusunda liderlik & yönetim tarzları belirlemeleri gerekti. Tarihin kaydettiği birkaç önemli lider hariç, yönetici konumunda olan, birden fazla bireyden sorumlu olan liderler, hem “kendilerinin” hem de sorumlu oldukları “diğer insanların duygularına” yeterince odaklanmayıp, önemsemediler. Oysa duygusal liderlik modeline uygun hareket eden yöneticiler, duyguların bireysel ve grup davranışını, karar vermeyi ve genel ekip dinamiklerini etkilemede önemli bir rol oynadığının bilincinde olan, duygusal zekâsı üstün kişilerdir! Duygusal zekâ demişken, böyle bir zekâ türünün var olduğunu veya daha geniş bir ifade ile zekâ denilen şeyin tek çeşit veya tek yönlü olmadığını çok yakın bir zamanda ancak anlayabildi insanlık. 1983 yılında ilk kez Howard Gardner tarafından ortaya atılan “çoklu zekâ teorisi” ile insanlık zekânın aynı & tek yönlü, belirli kriterlere göre ölçülebilir bir şey olmayabileceğini kavramaya başladı! Bilinen yegâne zekâ türünün (IQ) ölçüm testleri bile globalleşmiş ve genel geçer bir standart halini almıştı. Hemen hemen benzer nitelikte olan bu testlere göre çeşitli geometrik şekiller vesilesiyle, bir sonraki gelmesi gereken şeklin ne olacağını ne kadar kısa sürede yanıtlarsanız o kadar zekisiniz! (?) Buldukları çeşitli formüller, icatlar ve yaptıkları çalışmalar neticesi rüştünü ispat etmiş çeşitli bilim adamları ve fizikçilerin (tamamı bildiğimiz IQ testlerine tabi tutulmadıkları halde) IQ seviyelerinin çok üst düzey olduğu hep söylendi. Peki, yüzyıllar sonra bile bıraktıkları eserler neticesi halen insanlığın ruhunu etkilemeye devam edebilen müzisyenlere, ressamlara, heykeltıraşlara ne demeli? İçlerinde sayısal zekâ ortalamasının altında olan, hatta temel fiziksel duyulardan bazılarına bile sahip olmayanlara ne diyeceğiz? Örneğin Ludwig Van Beethoven… Bu ismi sanıyorum duymayanız yoktur; peki sadece 30 yaşındayken işitme problemleri yaşamaya başladığını, ömrünün son on yılında ise “tamamen sağır olduğunu” biliyor muydunuz? Sizce kendi bestelerini başkaları gibi duyma & dinleme şansı bile olmayan bu büyük adam, sağır olduktan sonra bir şey üretemedi mi? Aksine; günümüzde Avrupa Birliği marşı olan, o çok meşhur 9. Senfonisini sağırken bestelemiştir. Yani beste yapmak için, kulaklarına ihtiyaç duymamış, notaları zihninde sıralamış, melodiyi ruhunda hissetmiştir! Bildiğiniz üzere müzik, duyguları ifade eden evrensel bir dildir ve duygular bulaşıcıdır! Bu nedenle sadece hayatta iken onu görenleri ya da dinleyenleri değil, günümüzde bile dünyaya gelmekte olan ruhları etkilemeye devam etmektedir. Altını çizmek, özellikle vurgulamak isterim ki; düşünceler değil, duygular bulaşıcıdır! Eğer düşünceler bulaşıcı olsaydı, mevcut eğitim sistemi içerisinde aykırı düşünebilen, farklı bakış açısı geliştirebilen kimse olmazdı! Thomas Alva Edison’a, dönemin ABD eğitim sistemine tabi olan bir ilköğretim okulunda geçirdiği öğrenim yıllarında bir gün okul müdürü tarafından annesine götürmesi talebiyle eline mühürlü bir mektup verilmişti. Evde mühürlü mektubu açan annesi yüksek sesle ve gözyaşları içerisinde okudu; “Oğlunuz bir dahi! Okulumuz ne yazık ki onun için son derece küçük ve özel eğitim verecek öğretmen kadrosu açısından yetersiz. Lütfen ona özel eğitim veriniz”. Bu mektup neticesi, Thomas’ın eğitimi evde devam eder ve uzunca bir süre ona farklı öğretmenler bulmak için, annesi çırpınır. Yıllar sonra, ünlü bir bilim adamı olmayı başarmış olan Edison’un annesi vefat eder. Yoğun işleri yüzünden annesini son yıllarında ihmal etmiş olmanın verdiği hüzünlü ve yoğun duygularla aileye ve annesine ait eşyaları kurcalayan Edison bir ilkokul öğrencisiyken kendi elleriyle annesine verdiği mektubu bulur. Ancak mektup hiç de hatırladığı gibi bir içeriğe sahip değildir; “Sayın Nancy Matthews Elliott Hanımefendi, oğlunuz Thomas akranları içerisinde geri düzeyde, yavaş anlayan ve sürekli saçma sorular sorarak, öğretmenleri meşgul eden şaşkın bir çocuktur. Üzülerek, okulumuzda eğitim almaya devam edemeyeceğini bildiririz!” Sadece 24 yaşında, çok parlak bir gelecek vaat ettiği bilinen bir bilim ve iş insanı olan Thomas Edison, gözyaşlarına boğularak mektubu okur. Aynı günün gecesi, kişisel günlüğüne şu notu yazar; “Ben, Thomas Alva Edison, fedakâr, kahraman bir anne tarafından yüzyılın dâhisi yapılmış, şaşkın bir çocuğum!”
Düşünceler bulaşıcı olsaydı, bir noktadan sonra herkes aynı bakış açısıyla yaşamı algılar, herkes aynı kitabı okur, hiçbir fikir çatışması olmaz; insanlık tarihi bambaşka bir seyirde ilerlemiş olurdu. Âşık Veysel’in dediği gibi; “koyun kurt ile gezerdi; fikir başka başka olmasa...”