Son dönemde iyice belirginleşen eğilimler demir-çelik endüstrisini yakından ilgilendiriyor. Birincisi, dünya ekonomisinin büyüme hızı geriliyor. Dünya Bankası, küresel büyümenin 2023 sonuna kadar yavaşlamaya devam edeceğini söylüyor. Gelişmekte olan ülkelerde ‘sert iniş riski daha da artacak’ diyor. Dünya ekonomisi geçen yıl yüzde 6.1 büyümüştü. IMF büyüme beklentisini 2022 için yüzde 3.8’e çekti. Dünya Ticaret Örgütü ise dünya ekonomisinin büyüme hızının 2022’de yüzde 2.8 olacağını hesaplıyor. DTÖ, Covid dönemi dışarda tutulursa, dünya ekonomisinin 2010-2019 arasındaki ortalama yüzde 3 büyümenin gerisinde kalacağına dikkat çekiyor.
İkincisi, büyüme yönünü aşağıya çevirirken, enflasyon ise artıyor. Hem de hızla! ABD’de TÜFE yüzde 8.5, İngiltere’de yüzde 7. Üretici fiyatları da hızla artıyor. Almanya’da üretici fiyat endeksi yüzde 30.9 oldu. Avrupa’da üretici fiyat endeksinin yüzde 30’ların üzerine çıkması tüketici enflasyonunun daha da artacağının bir göstergesi. Çok uzun yıllardır bir Alman Maliye Bakanı’nın Avrupa Merkez Bankası’nı bu konuda yeterince adım atmadığı için eleştirdiğini gördük.
Gelişmiş Batı ülkeleri 40 yıldan fazla bir zamandır böyle bir enflasyon görmemişti. 1970’lerdeki petrol krizi sonrası 1974’te Fransa’da tüketici fiyatları endeksi yüzde 14 oldu. İtalya’da 1975’te yüzde 27, İngiltere’de yüzde 24, ABD’de 1980’de yüzde 14’e çıktı. Aynı yıl sahneye, bir süredir pişirilmekte olan ‘neo-liberal’ politikalar çıktı. Devamında da, Reagan’ın 1981’de iş başına gelmesinin ardından, Amerikan dış politikasının da temel dinamiğini oluşturacak şekilde serbest piyasa ekonomisi modeliyle küreselleşme politikası...
Neyse, uzatmayayım. Batı’nın enflasyonu düşürmek için izlediği yöntem öncelikle işçi sendikalarının etkinliğini kırmak oldu. Yükselen enflasyon her yerde yüksek ücret artışlarını gündeme getirmişti. Sendikaların gücünü zayıflatarak bir anlamda ‘ücret-fiyat sarmalı’ da kırıldı. Fed o dönemde faizleri hızla artırdı. Enflasyon yüzde 3’lere çekildi. Ama bu süreç ciddi bir ‘resesyon’ yani ekonomik daralma dönemini de beraberinde getirdi. ABD ekonomisi 1980’de yüzde 3.42 küçüldü. 1981’de küçük bir büyümenin ardından 1982’de bu kez yüzde 4.34 daraldı.
Şimdi de benzer bir ortamdayız. 1973 petrol krizi, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği’nin, o zamanki adıyla OAPEC’in, İsrail ile Mısır arasındaki Yom Kippur Savaşı’nda ABD’nin İsrail ordusuna destek vermesine tepki olarak ambargo ilan etmesiyle patlak vermişti. OAPEC, savaşta İsrail’e arka çıkan ülkelere petrol ihracat etmeme kararı, bir anda dünya çapında bir krize yol açmış, tüm dünyada enflasyonu yukarı doğru tetiklemiş, büyümeyi ise aşağı yönlü baskılamıştı.
Bugün de herkes Ukrayna-Rusya savaşının hem enflasyonist bir baskı yarattığını, hem de dünya ekonomisinin büyümesini olumsuz etkilediği konusunda hem fikir. ABD Merkez Bankası Fed enflasyonu düşürmek için faizleri artırmaya başladı. Tabii, bu faiz artırımlarının ekonomide bir daralma ya da en azından bir durgunluk yaratıp yaratmayacağı tartışmaları da alevlendi. Amerika’nın etkili finans gazetesi The Wall Street Journal’ın geçen hafta yayımlanan araştırmasında, son 80 yılda Fed’in ABD ekonomisini resesyona sokmadan enflasyonu düşüremediğini vurgulanıyordu açık açık.
Dünyanın iki büyük ekonomisinden bir olan Çin’de de bu yıl büyümenin, bu ülkenin alışık olmadığı düşük seviyelerde, yüzde 5 civarında olacağı anlaşılıyor. Covid-19 karantinalarıyla yeniden karşı karşıya kalan Çin’in ‘güvenli bir tedarik merkezi’ olup olmadığı bu kez daha yüksek perdeden sorgulanıyor. Çin’den sermaye çıkışlarındaki artış da belli ölçüde bu yöndeki algıların güçlenmekte olduğunu gösteriyor. Bu arada, Çin ile birlikte, iki Asya kaplanı Tayvan ve Güney Kore’nin ihracatlarında da mart ayı itibariyle gerilemeler yaşandı.
Dünya ekonomisinin gündeminde bir daralma değilse bile, bir durgunluk ihtimali güçleniyor. Daha doğrusu bir stagflasyon. Yani enflasyon içinde durgunluk...
Hiç şüphesiz, Ukrayna savaşı ile zaten aksayan tedarik zincirlerini iyice aksattı. Enerji fiyatları üzerinde büyük bir basınç var. Uluslararası Enerji Ajansı Başkanı Fatih Birol geçen hafta İstanbul’daki bir toplantıda, Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahaleye giriştiği 24 Şubat 2022 tarihini ‘I. Global Enerji Krizi’ başlangıcı olarak ilan etti. 1970’lerden daha büyük bir enerji krizi ile karşı karşıya olduğumuzu öne sürdü. Birol’a göre, 1970’lerdeki kriz sadece petrol ile ilgiliydi. Bu kez, petrolün yanında doğalgaz, kömür ve hatta uranyum fotoğrafın içinde. Enerjideki büyük dalgalanmaların temel nedeninin jeopolitik gelişmeler olduğunu da belirtti. ABD ve Avrupa’nın Rusya’yı bir ‘enerji süper gücü’ olmaktan çıkarmak için kolları sıvadığını anlattı.
Tabii bu hiç kolay Görünen o ki, jeopolitik ortam nedeniyle de enerji başta, emtia fiyatlarındaki yükseliş ve dalgalanmalar devam edecek. Enerji fiyatlarındaki dalgalanmanın en yüksek risk oluşturduğu sektörlerden biri demir-çelik. Keza, Rusya-Ukrayna savaşı da Türk demir-çelik sektörü üzerinde yeni risklerin oluşmasına neden oldu. 635 dolara hurda alındığı bir dönemde, Rusya’dan 720 dolara ‘kütük’ girmeye başladı. Ambargolu Rusya, Türkiye’ye yöneldi. Çin’in alımları nedeniyle dünyada demir-çelik fiyatlarının yukarı çıkmaya devam etmesi beklenirken, Türkiye’de demir-çelik fiyatları düştü. Bu ihracat tarafında da demir-çelik üreticilerimizi etkileyecek.
Tabii ki, bu tür piyasayı bozan gelişmeler karşısında tedbirlerin devreye sokulması bekleniyor. Bunun ötesinde, enerji fiyatlarının böylesine maliyetleri şişirdiği bir dönemde, sanayicinin kullandığı enerjiden KDV almamak, rekabet gücünü destekleyen bir tedbir olabilir. Bu yönde talepler de var. Sanayici, enerjiyi bir girdi olarak kullanıyor. Ticaretini yapmıyor. Enerjiyi alıp, sonra satma imkanı da yok.
Gelgelelim, hammaddede dışa bağımlı ülkelerin sanayi maliyetleri, ister istemez kamu maliyeleri üzerinde baskı oluşturacak. Bu basınç, yüksek oranda gelişmekte olan ülkelerdeki zaten hayli zayıf olan siyasi istikrarı bozma riskini de beraberinde getiriyor. Keza, gıda krizi ihtimali de giderek güç kazanıyor.
1970’li yıllarda yaşanan petrol krizi ve krizi takip eden enflasyonun hızla yükselişi, o dönemde dolar ile borçlanmış gelişmekte olan ülkeler için bir borç krizine neden olmuştu. Bugün de, özellikle artan gıda ve enerji fiyatları, gelişmekte olan ülkelerin karşısına borçlanmada yeni riskler çıkaracak gibi görünüyor. Nitekim, Mısır, Tunus, Pakistan bu yönde güçlü işaretler veriyor. İki hafta önce ekonomik krizin pençesindeki Sri Lanka’nın Maliye Bakanlığı ise ülkenin temerrüde düştüğünü ilan etti.
Bugün ortada bir başka sıkıntı da var. Gelen sıkıntılarla başa çıkacak bir model yok. Neo-liberal politikalar çok yıprandı. Artık her yerden tepki toplayan bir politikayla gelmekte olanı aşmak mümkün olmaz. Neo-liberal politikalar bir kriz yönetim modeli olarak işe yaramaz. Keza, küreselleşme de öyle. Haritasız bir döneme girdik. Üstelik, bugün dünyada sıkıntıların sorumluluğunu üstlenme iştahına sahip liderlikler de yok. Böylesi dönemlerde sürprizler artar. Siyah kuğular daha sık görünür.
İç açıcı şeyler söylemediğimin farkındayım. Ama bize her zaman gerçekler lazım. Aşırı kötümserlik gibi aşırı iyimserlik de bizi gerçeklerden koparır. Gerçeklerden kopanlar ise kendilerini geleceğin risklerine karşı koruyamaz. Şüphesiz, dünyadaki tüm olumsuzlukların varlığını fark etmemiz gerekiyor. Hatta bunu en karamsarlardan bile daha iyi yapabilmeliyiz. Ancak, unutmayalım ki, hayata anlam kazandıran şey, umuttur.
Karar alıcıların, sahada olup biteni iyi kavrayarak, yapıcı bir iyimserlik içinde hareket etmeleri en çok böylesi zor günlerde gerekli. Hayata pozitif bakanların, bu dönemde laftan çok, proje üretmeleri, umutları yeşertir. Sorunların değil, çözümün parçası olmaları Türkiye sanayinin dayanma gücünü artırır, başarı ihtimalini yükseltir.