Biyoçeşitlilik yaşam demektir. Halen dünyada 1 milyon tür tehdit altında ama biyo çeşitlilik sadece Pakistan’daki kar leoparlarının ya da Malavi’deki selvi ağacı gibi tehdit altındaki türlerin yaşatılması değil; genlerin, türlerin ve ekosistemin çeşitliliğidir. Dünyanın biyolojik çeşitliliği, insanların binlerce yıldır kullandığı temel doğal kaynaktır. Ve bu kaynak büyük bir hızla tükeniyor.
Bu yaşamsal konu dün toplanan Birleşmiş Milletler Biyo Çeşitlilik Zirvesi’nin gündemiydi. Bu yazı yazıldığı sırada henüz toplantı yapılmamıştı ama siz okuduğunuzda devlet başkanları ve başbakanlar “sürdürülebilir büyüme için biyoçeşitliliğin sağlanması konusunda acil adımları” tartışmış olacaklar. Zirve öncesi 64 ülkenin lideri biyoçeşitlilik kaybını 2030 yılına kadar tersine çevirmek amacıyla acil önlemler alma konusunda bir taahhütname imzaladılar. Ama bu 64 ülke arasında Türkiye ve ABD yok.
Aslında biyoçeşitlilik yeni gündeme gelen bir konu değil. 2010’lu yıllar dünyada “BM Bioçeşitlilik 10 Yılı”ydı. Bu dönem boyunca bazı yerel başarılar elde edilmiş olsa da küresel çapta yeterli ilerleme kaydedilemedi; çeşitlilik azalmaya devam etti, hem de tarihi ortalamalarının çok çok üzerinde bir hızla. Oysa biyoçeşitliliğin korunması yoksulluğun azaltılması, sürdürülebilir istihdamın sağlanması, ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi ve BM 2030 sürdürülebilir kalkınma amaçlarına (SKA) ulaşılması için zorunluluktur. Küresel çapta üzerinde mutabakat sağlanan 17 SKA’nın 14’ünün gerçekleştirilebilmesi için biyoçeşitliliğin korunması kritik önem taşıyor.
Gıda güvenliği, sağlık, istihdam, su güvenliği, okyanuslar, iklim değişikliği ve felaketlerin önlenmesinin yolu çeşitliliğin korunmasından geçiyor. Dünyadaki toplam GSYH’nın yarısından fazlası doğa ile ilişkili aktivitelerden kaynaklanıyor. Sırf bu gözle bakıldığında bile iş dünyası ve ekonomiler için biyoçeşitliliğin azalmasının en büyük risklerden biri olduğu görülebilir. Neredeyse bir yıldır dünyayı sarsan ve büyük can ve varlık kayıplarına yol açan COVID-19 gibi hastalıkların temel kök sebebi de biyoçeşitlilik dengesindeki bozulmadır.
Birçok hükümet 10 yıl önce doğal hayatı korumak için bir dizi taahhüdün altına imza attı. Ancak ne yazık ki tarım, kentsel planlama, fosil yakıt kullanımının azaltılması gibi konuları içeren bu taahhütlerin önemli bir bölümü gerçekleştirilemedi. 2010 yılında BM üyesi 196 ülke Biyoçeşitlilik Antlaşması altında 20 amaç üzerinde anlaşmışlardı. Bu amaçların sadece 6’sında ilerleme sağlanabilmiş, o da sınırlı. Bazıları ise aksi yönde ilerlemiş. Mesela kimyasal kullanımı artmış. Sonuç olarak bu 10 yılda biyoçeşitlilik azalmaya devam etmiş. Demek ki sadece taahhütte bulunmak yetmiyor.
Biyoçeşitliliğin korunması bir tercih değil yaşamın devamı için bir zorunluluktur. Doğa ile uyum içinde yaşama vizyonu çerçevesinde Almanya, Fransa, Yeni Zelanda, Kanada, İngiltere’nin de aralarında bulunduğu 64 ülkenin liderleri ormansızlaştırmanın azaltılması, sürdürülebilir balıkçılığa geçiş, zararlı kimyasal kullanımının sınırlanması, sürdürülebilir gıda üretimine geçiş gibi konulardan oluşan 10 maddelik bir taahhütte bulundular. Aslında bu ülkelerin bir bölümü son birkaç yüzyılda biyoçeşitliliğin azalmasında önemli sorumluluğu olan ülkeler. Ama geç de olsa harekete geçecek olmaları umut vericidir.
Öte yandan iklim değişikliğine neden olan ve biyolojik çeşitliliğin yok edilmesinde büyük payı olan ABD, Çin, Rusya ve Hindistan’ın taahhüt veren ülkeler arasında olmaması büyük kayıp. Bu ülkeler olmadan hedefe ulaşmak mümkün değildir. Önümüzdeki 10 yıl aksiyon dönemidir ve bu dönemde güçlü liderliklere ve ittifaklara ihtiyaç var. Her ülke ve her şirket sürdürülebilir kalkınma vizyonunu ortaya koymalı, planlarını oluşturmalı, aksiyonlarını belirlemeli ve harekete geçmelidir. 1992’de kabul edilen BM Biyolojikçeşitlilik Sözleşmesi’ne 1996’da taraf olan ve bununla da yetinmeyerek 2003’te yürürlüğe giren Kartagena Biyogüvenlik Protokolü’ne taraf olan Türkiye de üzerine düşeni yapmalıdır.