Politika kuramında sorunun özü siyasal iktidarın doğasıdır. Bu doğa pek çok biçim alabilir. Kilise kaynaklarının bahsettiği gibi corpus mysticum olabilir. Yine Orta Çağ’dan gelen, Maitland, von Gierke ve Kantorowicz’in açıkladığı persona ficta veya sole corporate, Tudor kuramındaki uzantısıyla “kralın iki vücudu” olabilir. Meşhur raison d’état veya ragione di stato olabilir. Carl Schmitt’in Katolik kilisesi için kullandığı ifadeyle complexio oppositorum olabilir. Yani siyasal iktidarın doğası ‘mistik vücut’, ‘kurgusal kişilik’, ‘tek kişilik şirket’, ‘devlet aklı’ veya ‘karşıtların oluşturduğu karmaşık yapı’ olabiliyor. Bu adlandırmaların bir bölümü aynı zamanda kilisenin nitelendirilmesinde kullanılmıştır çünkü Hristiyan Orta Çağ’ında kilise ve seküler otorite bakışımlıdır. Söz konusu simetri dolayısıyla kaçınılmaz olarak konunun bir yönü sekülarizme ve laisizme açılıyor.
Nedir bu doğa? Bazı egemenler zenginliklere el koymak, çalışan sınıfları –vasıfsız işgücünün temel üretim faktörü olduğu düşük bir teknoloji seviyesinde- kontrol altında tutmak için teoloji, hukuk, siyasal teoloji gibi ideolojik örtülere başvurmuşlar denebilir; yanlış da olmaz. Ancak bu kadarı hiçbir ilginçlik taşımıyor. İktidarın, gücün, devletin, kurumların doğası önceleri teoloji ve hukukla, sonraları siyaset felsefesiyle işlenmiş bir siyasal kültür içinde bazı sembolik anlamlar kazanır ve diğer sembolik anlamlardan uzaklaşır. Zihin dediğimiz nitelik, anlaşılacak/açıklanacak/meşrulaştırılacak olanı entelektüel-bilişsel düzeyde temsil etmeden, sembolikleştirmeden ve içrekleştirmeden siyaseti, toplumu ve devleti kurgulayamaz. Siyaset ve devlet sembolik ve içrek (esoteric) olarak temellendirilir. En şeffaf siyasal ideolojiler bile ideolojik ve kültürel dolayımlarının rafineliği dolayısıyla dikkat çekicidir.
İnsanlık durağan ve vasıfsız işgücüne dayalı bir siyasal iktisattan da eski politika kuramlarından da uzaklaşıyor. Mesela Marx ve Engels’in Manifesto’da kapitalizmin “üretimi sürekli devrimcileştirmesinden” bahsettikleri ve Sanayi Devrimi sonrası kapitalizmin yıkıcı ve yenileyici momentumunu övdükleri sıklıkla söylenir. Marx ana hatlarıyla haklıydı: Roma İmparatorluğu durağan idi. Nüfus ve GSYH artmıyordu ve köleci toplum ancak statik bir üretim tarzında mümkün oluyordu. Daha da ileri giderek her şeyi feodalitenin başlattığı, kapitalizmin ise nüfusu ve geliri görülmemiş bir büyüme hızıyla artırdığı söylenebilir. Daha önceki 25.000 yıl boyunca eser miktarda nüfus artışı ve büyüme olmuştu. Maddison (2007) Roma imparatorluğunda doğumda yaşam beklentisini 21 yıl, nüfusu aşağı yukarı sabit ve geliri 1688 İngiltere’sinin yüzde 40’ı olarak hesaplıyor. Örneğin MÖ 300-MS 600 arası 9 asırlık dönemde Roma’da yıllık nüfus artış oranı yüzde 0,05 olarak ölçülüyor. Neredeyse bin yıllık bir sürede nüfus sadece 1,55 katına çıkıyor.
Bu, kadim dünyanın manzarası. Oysa dünya 1700-1900 arasında hızla değişti. Ancak asıl köklü değişim 1800 sonrası oldu. Sanayi devrimiyle başlayan dalgayı yakalayanlarla diğerleri arasındaki mesafe inanılmaz bir hızla açıldı. Büyüme hızı farklılıkları kalkınmaya ve yaşam kalitesine yansıdı. Nedenler şunlar: Fiziki sermaye; beşerî sermaye, teknoloji ve etkinlik; piyasaya erişim, ölçek ekonomileri ve uzmanlaşma. Olanları ‘kapitalizm’ tetiklemiş ise bilançosu budur. Elbette bu dönemde eski usul sömürgecilik ve daha yeni yöntemlerle emperyalizm de var. Bu rollerin ikisi de inkâr edilemez çünkü hem sömürgeci/emperyalist ülkelerde kapitalizm değişti, hem de işgal/kontrol ettikleri ülkelerde kurumlar değişti. Bazı durumlarda “tarih ve talih tersine döndü” denebilir. Ancak emperyalizmin bile toplamda karlı olup olmadığı tartışılır.
Bu dönemde iki dünya savaşı, frekansı 1914’ten beri düşmeyen bir küçük savaşlar zinciri, salgınlar vb. olaylar gerçekleşti. SSCB kuruldu ve yıkıldı. Nazizm yaşandı. Fakat eğilim değişmedi. 1800 civarında 1 milyar olan dünya nüfusu 1900’de 1,6, 1950’de 2,4 oldu ve bugün 7,6 milyara ulaştı. 2050’de 9 milyar tahmin ediliyor. 2100 yılında 14 milyara ulaşacağını öngörenler var. Bu durumda, Roma İmparatorluğuyla kıyaslarsak, Roma’da –bir tür ‘altın çağ’ olarak görülen Roma’da- 900 yılda 1,55 katına çıkan nüfus son 250 yılda 9 katına çıkmış olacak; üstelik bu medeni olduğu düşünülen dünyada Pax Romana altında yaşayan nüfus değil, dünya nüfusu. Son 210 yılın yıllık bileşik dünya nüfus artış oranı yüzde 0,98 oluyor. Yani dünya nüfusu 1800 sonrası Roma nüfus artışının 19,6 katı bir hızla artmış.
Tarihte görülmemiş bir olay ve David Harvey’e göre nüfusun bileşik artış hızı aşağı yukarı sermaye birikiminin bileşik artış hızına eşit: McCloskey (2010: 48-59) de son 200 yıldaki refah artış faktörünü en az 16 çarpan olarak veriyor.
Eski köylülük dünyası ve bu dünyaya ait kadim ideolojiler gelişmiş dünyada ya ortadan kalktı ya yeni biçimlere bürünerek bilim, sanayi ve teknolojiye uyumlu hale geldi. İnsanlığın “zihniyeti” en fazla 300 yıl içinde yaygın biçimde değişti. Görülmemiş bir hızla artan nüfus distopik gelecek kurgularını besliyor. Dünya sanılandan çok hızlı değişiyor.