Son yazımın başlığı “Döviz satan ve alan: Hangi merkez bankasının işi kolay?” şeklindeydi. Bir önceki yazım ise “ ‘Sabitimsi’ kur rejimleri” başlığını taşıyordu. Her iki yazıda da sabit kur rejimi ya da artış hızı sabit kur rejimi uygulayan ülkelerin karşı karşıya kalabilecekleri sorunlara değiniliyordu. Bu grup biraz daha genişletilip, döviz kuruna çok sık müdahale edilen, dolayısıyla adı konmasa da artış hızı sabit kur rejimini andıran bir kur rejimi uygulayan ülkeler de dahil edilebilir.
Bir miktar nostaljik yazılar olarak da bakılabilir o yazılara. İşin nostalji tarafı şurada. Özellikle 1980’ler ve 1990’larda sözünü ettiğim döviz kuru rejimleri dünya ölçeğinde bugüne kıyasla daha çok uygulanıyordu. Bu tür bir sisteme sahip olan ülkelerin önemli kırılganlıkları olanlarında genellikle bu kur rejimi sürdürülemiyordu. Elbette akla ilk olarak Latin Amerika ülkeleri geliyor. Türkiye’nin 1994 ve 2001 deneyimleri de örnek olarak verilebilir. Bazı gelişmiş ülkelerde de gözleniyordu söz konusu sürdürülemezlik durumu. Mesela 1992’de İngiltere 50 milyar dolarlık müdahalesine ve faiz artırmasına karşın, sterlini koruyamayıp Avrupa Para Sistemi’nden çıkmak zorunda kaldı (bu sistemde üye ülkelerin paraları Alman Markına karşı sabitleniyordu). İtalya, İspanya, İsveç… Aynı dönemde onlar da aynı sorunu yaşadılar.
Elbette bu ülkelerdeki kırılganlıklar aynı değildi. Mesela eski Latin Amerika krizlerinin önemli bir kısmında bozuk maliye politikası ve yüksek bütçe açıklarının merkez bankalarınca finanse edilmesi başroldeydi. İngiltere’nin temel sorunu yüksek işsizlikti. Bu nedenle, parasına karşı spekülatif bir atak olması halinde, İngiltere Merkez Bankası’nın yeteri kadar faiz artışına gidemeyeceği düşünülüyordu. İsveç’in temel sorunu ise çok bozuk bankacılık sektörüydü. Asya krizinde şirketlerin ya da bankaların bilanço sorunlarının önemli bir rol oynadığı düşünüldü.
Sabit ya da sabitimsi döviz kuru rejimlerinin sürdürülebilirliği açısından önemli koşullardan bir tanesi şu: Döviz talebinin artması halinde merkez bankasının kur rejimini koruyabilmek için ‘yeteri’ kadar döviz rezervi olması gerekiyor. Peki, ne kadar? Bu soruya yanıt verebilmek için her an dövize çevrilebilir finansal büyüklüğe bakılıyor. Bu çerçevede, dolaşımdaki para, vadesiz mevduat, vadeli mevduat ve benzeri büyüklükler dikkate alınıyor. Bunların toplamı ile döviz rezervi karşılaştırılıyor.
Gelin bu gösterge açısından Türkiye’de durumun ne olduğuna bakalım. Grafikte geniş tanımlı para arzının (M3) Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervine oranı var (2015’in ilk haftası ile içinde bulunduğumuz şubat ayının ilk haftası arasındaki veriler; kolay ‘okunsun’ diye 13 haftalık ortalamaları gösteriyorum). Oranın büyüklüğü (1’den ne kadar büyük olursa sorun olacağı) ayrı bir tartışma konusu. Üzerinde durmak istediğim bu göstergenin eğimi. Belirgin bir artış trendi var. Evet bu trend etrafında azımsanmayacak oynamalar var ama yukarıya doğru eğilim de dikkat çekici. Uygulanmakta olan ekonomik programı bir de bu pencereden gözden geçirmekte yarar var.