Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 2022 İnsani Gelişme Raporu’nun Türkiye tanıtımı geçen hafta Ankara’da TEPAV’da yapıldı. Raporun başlığı Charles Dickens romanlarından birinin giriş bölümünden alınmış gibiydi sanki: “Belirsiz Zamanlar, Huzursuz Hayatlar: Değişen Dünyada Geleceğimizi Şekillendirmek.”
Katı olan her şeyin buharlaştığı bir dönüm noktasının içinden geçiyoruz, tamam. Nasıl bir dönüm noktasından geçmekte olduğumuzu merak edenler için Amerikan 2022 yılı Milli Güvenlik Strateji Belgesi de geçen hafta yayımlandı bu arada. Doğrusu ben iki belgenin birbirini tamamladığı kanaatindeyim. Amerikan milli güvenlik belgesi adı üzerinde Amerika düşünülerek yazılmış ama içinde bulunduğumuz “dönüm noktası’nı” iyi tanımlıyor bana sorarsanız.
Adına ister “fetret devri” deyin, isterseniz “lay lay lom dönemi”, her ne ise, Soğuk Savaş sonrası dönem artık sona eriyor. Uluslararası rekabet yeniden başlıyor. Teknolojik rekabetten harp sanayiine her alanda. Neyin rekabeti? Yine belgede geçen şekilde ifade edeyim: “Bundan sonra gelecek olan için rekabet” (The competition for what comes next). Bakın bu da çok manalı, dünya yeniden kurulurken herkes kendi stratejisini ortaya koyuyor. Türkiye, malum, lay lay lom.
Peki, bu nasıl olacak da olacak derseniz? Onu da geçen hafta IMF-Dünya Bankası Ortak Toplantısı çerçevesinde yayımlanan dokümanlar ortaya koyuyor. IMF’nin geçen hafta yayımladığı raporlara göz gezdiren herkes “mabet bekçisi’nin” artık piyasaların serbestliğinden değil, daha müdahaleci bir devletten bahsettiğini görebilir sanırım.
Nedir? Vakıa ile kavga etmenin manası yoktur. Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uyarsın. IMF’de öyle yapıyor işte. Aksi bağnazlıktır. Dünyanın; sizin hayat süreniz içinde, siz istediniz diye, tıpış tıpış, sizin istediğiniz biçime gireceğine hiç düşünmeden inanmaktır. Bir tür delilik işte.
Geçenlerde İngiliz hükümeti böyle manasız bir deneme yaptı. Piyasaların tepkisine kafasını çarpıp delilikten vazgeçti. G20 ülkeleri arasında, Türkiye nereye düşüyor geçen hafta yayımlanan dokümanlardan size onu da göstereyim bugün. Darısı başımıza artık. Ne diyeyim? Yine de şanslıyız ülke olarak doğrusu, bakın onu da ifade edeyim. Anlatacağım.
İklim değişikliği gündemi elli yıl sonra ilk kez harekete geçmişken, yeşil ve dijital dönüşüm hız kazanırken, insanlar neden bundan öncesine göre neden daha endişeli? Artan stresin nedeni ne? Amerika’da çalışanların yüzde 60’ı, ikinci savaştan sonra hemen sonra 1940’lı yıllarda mevcut olmayan işlerde çalışıyorlar. Neydi 1940’lardan bugüne bazı insanları mesleksiz hale getiren, bazılarına da yeni becerilerle yeni meslekler kazandıran? “Aya Seyahat” ile biçimlenen bir teknolojik rekabet ve sıçrama dönemiydi. Altını çizeyim unutmayın: bazıları kazanırken, bazıları kaybetti. Bazı bölgeler canlanırken, bazı şehirler önemini kaybetti. “Hallaçlara ne oldu?” anlatmayı sevdiğim hadise ama aslında ne kadar endişe verici. “İhmal edilen yerlerin unutulan ahalisi” intikamını seçim sandığında kutuplaşma ile alıyor bu arada.
Şimdi değişimin yeni “Aya Seyahat” projesi olarak nitelenebilecek Yeşil Mutabakat ile hızlanacağı bir döneme giriyoruz. Pandemi ve en son Rusya-Ukrayna savaşı doğrusu katı olan her şeyi süratle buharlaştırıyor. Alıştığımız referans noktaları ortadan kalkıyor, nereye elimizi atsak orası elimizde kalıyor. Bu da haliyle hepimizi endişeli yapıyor. Geçiş dönemi huzursuzluğunun getirdiği stres de insanları huzursuz ediyor, yıpratıyor ve yaşam kalitesini olumsuz etkiliyor doğrusu.
Bundan önceki krizlerle içinde bulunduğumuz bu kriz ortamı arasında bir farklılık var. Dün krizden sonra kriz öncesine doğru geri sıçrardık (bouncing back). Şimdi hep birlikte eskiden bildiğimiz bir noktaya doğru geri sıçramayacağız. Hep birlikte belirsiz bir geleceğe doğru ileriye sıçrayacağız (bouncing forward). Belirsiz zamanlar, huzursuz hayatlar dediği o 2022 yılı İnsani Gelişme Raporu’nun. Gittiğimiz yeni denge durumu bugün aslında yok, onu inşa etmek gerekecek ama herkesin kabiliyeti kapasitesi aynı değil… Adil geçiş nasıl olacak? Geride kalma ihtimali ne kadar? Endişe işte.
1940’larda bugünkü mesleklerin yüzde 60’ı yoktu demiştim ya, o vakitler kalkınma iktisadı da yoktu. Kalkınma iktisadı Soğuk Savaş yıllarının ürünü olarak 1950’lerde doğdu sonuçta. Az gelişmiş ülkelere sosyalist devrim dışında bir yol göstermek için bir nevi. Hatırlayın devlet planlama teşkilatları Türkiye’ye ve Hindistan’a Dünya Bankası tarafından hep o yıllarda önerilmişti. Eskiden kalkınma tartışması milli gelir üzerinden yapılırdı. Milli gelir artar ülkeler zenginleşirdi.
1990’da UNDP ilk İnsani Gelişme Raporu’nu yayımladı. Kalkınma tek bir rakama, karaktersiz bir ortalamaya hapsolmaktan kurtuldu, kalkınmanın o ülkede yaşayan insanların hayatlarını nasıl etkilediğini de dikkate almak gerektiğinin altı çizildi. Yaşam beklentisinin gelişmiş ülkelere yakınsaması, bebek ölümlerinin azalması, sağlık hizmetlerine erişimin artması, eğitim süresinin uzaması hep dikkatle takip edilen kalkınmanın nimetleri olarak analize dahil edildi.
Sonra geçen yılki İnsani Gelişme Raporu antroposen’e odaklanarak o can alıcı soruyu sordu: “Peki, kalkınmanın, iktisadi gelişmenin, yaşam kalitesindeki iyileşmenin gezegenimize maliyeti nedir?” Dünyanın insan çağında, insan egemenliğinin pekiştiği bir dönemde hayatlarımız birbirine yakınsarken gezegenimize ne oluyordu.
İklim değişikliği gündemini harekete geçiren Yeşil Mutabakat çağında bu yıl rapor, hem ülkelerin sıralamadaki yerini yaşam kalitesindeki iyileşmenin gezegene maliyetini de dikkate alarak iskonto etti, yeniden düzenledi. Hem de yaşam kalitesi söz konusu olduğunda endişe katsayısını, stres faktörünü de analize dahil etmenin faydalarının altını çizdi. Yalnızca maddi kazançları değil, ruh huzurunu da analize eklememizin neden iyi olacağını doğrusu uzun uzun anlatıyor yeni İnsani Gelişme Raporu. Ben bu yılki çalışmayı olumlu açıdan çok farklı buldum doğrusu. Pozitif bir sürpriz benim için. Davranışsal iktisat çağında, insan psikolojisini de iktisadi analiz parametreleri arasına eklemek gerekiyor sonuçta. İhmal edilen yerlerin unutulmuş ahalisi hepimize dert sonuçta. Nedir? Geçiş dönemi huzursuzluğunun yol açtığı endişeler yaşam kalitesini olumsuz etkiliyor.
Şimdi üzerinde çalışılması gereken konular şunlar olmalı sanırım. Dünya ülkelerinin yüzde 90’ından fazlası COVID 19 salgını sırasında irtifa kaybetti. İnsani gelişme endeksinde geriledi. Ne zaman? 2020 ve 2021’de.
Türkiye 48incilikteki yerini korudu. Neden? Acaba veri açıklamamaya başlamamızla ne kadar alakalıdır? Doğrusu ben ilk onu merak ettim. Mesela TÜİK 2020 ve 2021 hanehalkı bütçe anketlerini yayımlamadı. Yapmadı bile. Nedir? 2018’den beri yoksulluğun ne kadar arttığını artık eskisi gibi TÜİK anketlerinden takip edemiyoruz. Bu rakamlara o gözle bakmakta fayda var bana sorarsanız.
Neyi biliyoruz? 2002’de yoksulların oranı yüzde 36’ydı Dünya Bankası tanımına göre. Bu oran 2018’e kadar yüzde 8’e kadar geriledi. Sonra Damat Berat Bey’le birlikte artmaya başladı. 2019’da TÜİK son anketi yaptı. Oran o yıl yüzde 12 olmuştu. Sonraki yıllarda TÜİK daha da anket yapıp yoksulluğu ölçmeyi bıraktı. Neden? İşte ondan. Anladınız siz onu.
Ama benim için daha ilginç olan sonuç yaşam kalitesindeki artışın gezegene maliyeti açısından baktığınızda Türkiye’nin yerinin 48’den 30’a doğru yükselmesi. Bu ne demek? Aslında yeşil dönüşüm Türkiye için büyük bir sıçrama fırsatı demek bana sorarsanız. Ama malum kader gayrete aşıktır. Lay lay lom, atalet içinde, beklediğinizde yalnızca kaybedersiniz.
Geçen hafta yayımlanan dokümanlardan iki grafik ile bitireyim. İlk grafik ülkeleri para ve maliye politikası pratikleri açısından gruplara ayırıyor. Para politikası sıkı, maliye politikası gevşek olanlar; para politikası gevşek, maliye politikası sıkı olanlar. Hem para hem maliye politikası sıkı olan ülke yok. Ama hem para politikası hem de maliye politikası gevşek olan bir tek ülke var G20 içinde: Türkiye. Türkiye, duble gevşek.
İkinci grafik ise duble gevşek olmanın bedelini gösteriyor. Dolar karşısında Türk lirası kadar ezilen bir başka para birimi de yok G20 ülkeleri arasında. Onu da not edeyim.
Ne diyeyim? Yazıklar olsun. Bu kadar hızlı enflasyon artışı Türkiye’nin kendi tercihidir. Seçime giderken bu yol neden seçilir? Daha da belirsiz zamanlar, daha da huzursuz yaşamlar olsun diye sanki. Bilerek mi? Sanmam yapanların yaptıklarının farkında olduklarını. Müsteşarlıklar kapatılınca memleketin politika tasarım kabiliyeti imha edildi dediğim bu işte.
Ama yine de cumhuriyetin temelini bundan yüzyıl önce sağlam atmışlar. Şanslıyız bir nevi. Bu kadar kurumsal örselenmeye rağmen sistem hala ayakta; vapurlar, trenler hala çalışıyor, okullar açık, hastaneler ve fabrikalar çalışıyor. Şirketlerimiz, bankalarımız ayakta. Sorun gani ama kemikler hala sağlam.
Nasıl anlatayım? Tepeden bir vadiye inmenin hep iki yolu vardır: “Ya adımlarınızı dikkatle atarak yavaş yavaş aşağıya doğru yürürsünüz ya da kafanızı gözünüzü yararak tepeden aşağıya yuvarlanırsınız.” Türkiye özellikle 2018’den beri tepeden aşağıya yuvarlanmaktan kan revan içinde. Halimiz ortada. Cumhuriyet tarihinin en hızlı enflasyon artışı dönemi bu.
Ancak bu kadar sallanıp yuvarlanmaya kemiklerde hala bir kırık yok, iç organlarda bir kanama da mevcut değil. Yeşil Mutabakat sayesinde eğer bir an önce eziklerle sohbeti bırakıp tarafımızı doğru seçersek imkanlar gani. Aynı NATO’nun kurulduğu dönem gibi bir yeniden kuruluş sürecindeyiz. Yeni bir dünya kuruluyor. Bundan sonra gelecek olanı müttefiklerimizle birlikte inşa edebilir, sanayimize teknolojik sıçrama imkanı yaratabiliriz. Hakikaten şanslıyız işte. Toparlanma çok çabuk olur bu tür dönemlerde. Şaşırmaya hazır olun.