Türk hükümetinin bölge ülkeleriyle ilişkilerini düzeltmek için koşuşturması güvenlik hesaplarından ziyade, yeterli dış kaynak bulunamaması durumunda ülke ekonomisinin sürdürülebilir olmaktan çıkacağı endişesinden kaynaklanıyor. Geçtiğimiz hafta Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan bitirdiğimiz yıl Türkiye’nin ihracatının daha önce hiç erişmediği 250 milyar dolar seviyesine eriştiğini ilan etti. Konuşmasında ülkenin ithalat farurasının 350 milyar dolara ulaştığını, ödemeler dengesindeki bu açığı karşılayacak fonların bulunmaması durumunda yoğunlaşan iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalınacağından hiç söz etmedi.
Ödemeler dengesinde açıkla karşılaşan bir ülke neler yapabilir? Herhalde ideal çözüm ithalatı azaltırken ihracatı arttırmak, böylece ithalatı finanse edecek kaynakları yaratmak olacaktır. Mantıklı olmakla birlikte, böyle bir çözümün uygulanması son derecede zordur. Bazı iktisatçılara göre, ödemeler dengesindeki açıklar bir ülkenin daha büyük miktarlarda ve katma değeri daha yüksek mal üretme ve ihraç etme kapasitesini güçlendirmek için kullanılıyorsa, bunların iktisadi büyümenin ortadan kaldıracağı geçici aksamalar olarak görülmesi mümkündür. Ancak, bu türden başarılı uygulamalara verilebilecek örnek sayısı azdır. Genellikle hükümetler ülkelerinin ithalat faturasını düşürmekte zorlanırlar. Faturanın düşürülmesi, nüfusun mahrumiyetlere uğraması demektir. Bazen sözü edilen mahrumiyetler, temel gıda maddelerini de ithal etmek mecburiyetinde olan fakir ülkelerde görüldüğü gibi, açlığa yol açmakta; ihracatında ithal girdilerin büyük pay taşıdığı ülkelerde ise ciddi sıkıntılar yaratmaktadır. Halkın refahını olumsuz yönde etkileyen politikalar, her toplumda siyasi maliyetler doğurur. Bu husus hükümetlerin seçim kaybetmekten korktuğu demokrasilerde olduğu kadar, özellikle yüksek enflasyon ve yoğunlaşan siyasi sorunların yaşanırken hükümetlerin nüfusu tatmin etmek baskısını duyduğu otoriter ortamlarda da geçerlidir. Daha sık olarak görülen yöntem, hükümetlerin ödemeler dengesinde ortaya çıkan açıkları başta borçlanmak olmak üzere bir dizi benzer araçla kapatmaya çalışmasıdır. Tahmin edilebileceği gibi, borçlanmanın sınırları vardır. Borç verenler, borç alanın geri ödeme kabiliyetini değerlendirir, genelde vadesi kısa faizi yüksek borç verirler. Borcu ödememe gibi bir durum olursa, borçlanma kapıları kapanabilir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ödemeler dengelerinde sorun yaşayan ülkeler genellikle IMF denetiminde istikrar programları uygulamayı kabullenerek, dış kredi imkanlarının yeniden açılmasını sağlamışlardır. Ancak, IMF ile borç bağlantısını sonlandırdığını gururla açıklayan Türkiye’nin bu yola nasıl başvurabileceği pek açık değildir. Buna ilaveten, enflasyonu denetlemek için Merkez Bankasının faiz enstrümanını kullanmaktan ısrarla kaçınan özgün siyaseti, IMF ile işbirliği yapmayı da güçleştirebilecektir.
Borç almak dışında başvurulabilecek en anlamlı yöntem sermaye ithaline yönelmektir. Bu birkaç şekilde olabiliyor. En şayanı tercih yol yeşil alan yatırımı tabir edilen, yabancı bir aktörün dışardan sermaye getirerek ülke içi tüketim ve ihracata yönelik mal ve hizmet üreten bir alana yatırmasıdır. Türkiye şu anda bu tür yatırımlar için uygun bir ülke görünümü vermemektedir. Hükümet piyasa ekonomisinin ve kurumlarının işlemesine ve iktisadi hayata müdahale niteliğinde düzenlemeler uygulama konusunda faal görünmektedir. Hükümetin dış dünyada otoriter bir yönetim olarak algılanması da yatırımcıların cesaretini kırmaktadır. Yargı sisteminin etkin ve adil işlediğine güven duyulmamaktadır. Unutmayalım ki, bir süre önce Volkswagen Manisa’da otomobil imali için yatırıma karar vermiş, fakat Alman sendikalarının ülkemizin içinde sendikaların da yer aldığı işleyen bir demokrasiye sahip olmadığı itirazı karşısında, yatırımını başka bir ülkeye kaydırmayı kararlaştırmıştır.
Diğer bir yatırım aktörü hisse senedi alan veya yerel bir şirketle ortaklık kuran ve bu yatırımların zaman içinde değerinin artacağını ümit eden yatırım fonlarıdır. Bu tür aktörler açısından Türkiye’de sermaye piyasasının yeterince gelişmemiş olması zaten bir sınır oluşturuyor. Bu değerlendirme bir ölçüde yabancı ortak alacak yerel şirketler için de geçerlidir. Ayrıca, yatırım fonları iktisadi ortamın tahmin edilebilirliğini kısıtlayan siyaset kaynaklı faktörlerden, diğer firma türleri gibi, endişe duymaktadırlar.
Sermaye ithalinin son bir yolu da mevcut bazı yatırımların dış aktörlere devredilmesidir. Bu yatırımlar üretim tesisleri veya gelir yaratan farklı işletmeler olabilir. Bunlar arasında çoğu zaman gelirleri euro veya dolar cinsinden garantilenmiş otoyollar, köprü geçişleri, marinalar ve benzer işletmeler yer alıyor. Bu tür sermaye aracılığıyla ödemeler dengesi açığını kapatacak döviz bulmak mümkünse de, fonların üretken yatırımlara sevk edilerek yeni ihracat potansiyeli yaratma ihtimalleri çok düşüktür.
Son dönemde dış siyaset alanında gerçekleştirilen değişikliklerin genelde BAE, Suudi Arabistan ve Katar sermayesinin Türkiye’deki mevcut altyapı yatırımlarını devralmasını teşvik etmeyi amaçladığı tahmin edilebilir. Eğer beklenenler gerçekleşirse, bunun ülkenin yaşamakta olduğu döviz sıkıntısını aşmakta fayda sağlayacağı muhakkaktır. Ancak bu tür yatırımların Türkiye’nin uzun vadeli ödemeler dengesi açığı sorununun çözümüne katkıda bulunacağı çok tartışmalıdır. Belki söz konusu ülkelere mal ve hizmet ihracı imkanlarının genişlemesi gibi bir istisnai sonuç doğurabilir. Halbuki Türkiye’nin izlediği iktisadi politikalar köklü değişime ihtiyaç gösteriyor. Buna karşılık özellikle seçim atmosferine girildiği bir ortamda hükümetin böyle bir niyet beslediğini söylemek mümkün gözükmemektedir.