Dış politikada “yönetim sistemi” yükü

Zeynep GÜRCANLI Yedi Düvel

Türkiye’nin 2018’den bu yana uyguladığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ekonomiye etkileri malum. Sistem şimdilerde Türkiye’nin dış politikasını da iyiden iyiye etkilemeye başladı.

Bu durum, Avrupa Birliği’nin bu yılki Türkiye raporunda iyice belirginleşti.

Neler yok ki raporda;

·         Meclis’in hükümeti denetleme işlevini yitirdiği, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin TBMM’nin yasama yetkisinin elinden alınması anlamına geldiği belirtiliyor raporda. Hükümetin “demokratik hesap verilebilirliğinin” sadece seçime indirgenmesi eleştiriliyor.  

·         Yargı bağımsızlığının sadece söylemde kaldığı, Hükümetin HSK’yı kullanarak yargıç ve savcılar üzerinde tayin/terfi üzerinden etkide bulunduğu vurgulanıyor.

·          Muhalefet partilerine yönelik tehdit edici söylem ve eylemler de AB raporunda külliyatlı yer tutuyor. Muhalif belediyelere idari ve mali engeller çıkartılması, HDP’li seçilmiş belediye başkanlarının ise kayyumlarla değiştirilmesi demokrasi dışı uygulamalar olarak nitelendiriliyor.

·         Rapordaki çarpıcı bir başka tespit ise 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında uygulamaya konulan olağanüstü halin resmen kaldırılmasına rağmen, çıkarılan yasalarla fiilen devam ettiriliyor olması.

·         Yasalar uyarınca özerk olması gereken Merkez Bankası Başkanı’nın raporun tarih aralığında (bir yıl) Cumhurbaşkanı tarafından iki kez değiştirildiği de vurgulanıyor.

·         Sivil topluma baskı, yolsuzlukla mücadele edilmemesi, organize suçla yetersiz mücadele için de ayrı ayrı başlıklar var raporda.

Bunlar doğrudan sisteme yönelik eleştiriler.

Raporda AK Parti hükümetinin izlediği dış politikaya yönelik de sert bir tavır var; Ankara’nın dış politika meselelerinin çözümünde diplomasi yerine doğrudan askeri güce başvurma eğilimi altı çizilerek vurgulanıyor.

Bir de -beklendiği üzere- özellikle Ege-Akdeniz meselelerinde ikisi de AB üyesi olan Rum-Yunan tezlerini savunan ifadeler dikkat çekici.

10 BÜYÜKELÇİLİĞİN KAVALA ÇIKIŞI

Tam da AB raporunun yayınlandığı dönemde, Türkiye-Batı ilişkilerinde bir başka kritik gelişme, Türkiye’deki 10 Batı ülkesi Büyükelçiliğinin ortak bildiriyle, hakkındaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına rağmen hala tutuklu bulunan Kavala’nın serbest bırakılmasını istemeleri oldu.

Bildiri, Ankara tarafından tepkiyle karşılandı, “Türkiye’nin bağımsız yargısına müdahale” olarak nitelendirildi.

Gerçekten öyle mi?

Türkiye, Anayasası’nın 90. Maddesiyle uluslararası sözleşmeleri Türk hukuk sistemi hiyerarşisinde en üste koymuş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf, ayrıca AİHM kararlarını da uygulamayı taahhüt etmiş bir ülke.

Bu açıdan, Kavala/AİHM kararının uygulanmaması  bizzat TC Anayasası’nda güvence altına “hukukun üstünlüğü” ilkesine aykırı.

Nitekim AİHM’in çatısı altında bulunduğu, Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de AİHM/Kavala kararının uygulanması için Ankara’yı Haziran 2020’da uyarmıştı.

Avrupa Konseyi üyesi olan ülkelerin bu açıdan Ankara’ya AİHM kararının uygulanması için bir “hatırlatma” yapmaları - her ne kadar üslup sıkıntılı da olsa-belki anlayışla karşılanabilir.

ABD VE YENİ ZELANDA’NIN BİLDİRİYE ORTAK OLMALARI İLGİNÇ

Ancak Avrupa Konseyi üyesi olmayan, AİHM ile hiçbir ilgisi bulunmayan ABD ve Yeni Zelanda’nın da Ankara’yı uyaran 10 ülke arasında yer almaları dikkat çekici. ABD ve Yeni Zelanda’nın da dahil olmaları, bildiriyi Ankara’ya karşı “dostça bir uyarının” ötesine taşıdığı aşikar.

Burada da akla gelen soru şu; ABD’nin bu kadar pervasızca bildiriye dahil olmasının ardında, daha önceki müdahaleler ve alınan sonuçların etkisi olabilir mi?

Malum; ABD’nin bir önceki Başkanı Trump, Türkiye’de tutuklu Amerikan vatandaşı Rahip Brunson için bastırdığında, sonuç almıştı. Keza Almanya Başbakanı Merkel’in yine Türkiye’deki yargılama süreci devam ederken serbest bıraktırmak için devreye girdiği- ve serbest bıraktırdığı- Deniz Yücel, ya da Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan ricacı olduğu Fransız gazeteci Loup Bureau’nun, ricadan sadece bir ay sonra serbest bırakılması hala hafızalarda.

Nitekim, Dışişleri Bakanlığı’na çağrılarak uyarılan 10 ülke büyükelçisi,-belki de bu  örnekler nedeniyle olsa gerek-  görüşmede hiç de alttan almayan bir tavır sergilemişler.

AVRUPA KONSEYİ YAPTIRIMLARI YOLDA

Diplomatik kulislere yansıyan bilgiler, “uyarı” için çağrılan Büyükelçilerin, görüşme sırasında Ankara’yı Avrupa Konseyi yaptırımları konusunda “uyardıklarını” ortaya koyuyor. Büyükelçiler Kavala’nın yıl sonuna kadar serbest kalmaması halinde, bu kez Avrupa Konseyi’nin bizzat Türkiye’yi AİHM’e şikayet edeceğini bildirmişler Ankara’ya. Bu şikayetin devamı, Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nde önce oy ve veto hakkını kaybetmesi, AİHM kararlarını uygulamamakta ısrar etmesi halinde, üyeliğinin bile tehlikeye girmesi olabilir.

Benzer sürecin, hakkında yine serbest bırakılması için AİHM kararı bulunan HDP eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş için de gündeme gelmesi söz konusu.  Avrupa Konseyi Bakanlar Konseyi Haziran 2020’daki Kavala uyarısının benzerini, altı ay sonra Aralık 2020’de de Demirtaş için yapmıştı.

Büyükelçiler Dışişleri Bakanlığı’ndaki görüşmelerde aynı zamanda Kavala’nın “tam olarak neyle suçlandığına” ilişkin Türk hükümetinin kamuoyunu aydınlatmasını da istemişler.

Aynı beklenti Türk iç kamuoyunda da var;

Türkiye’de - muhalefetin artık daha yüksek sesle dile getdiği - algı da, bu uzun tutukluluk sürelerinin bağımsız yargı kararından çok, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin ülkeye getirdiği siyasi/şahsi yük olduğu yönünde.

Tıpkı “Ne Esad’la görüşürüm, ne de Sisi’yle aynı masaya otururum” inadının getirdiği yük gibi…

Tüm yazılarını göster