Bir zamanlar gazeteciler istediklerini yazabileceklerini ve yazdıkları şeyin değişmez doğrular olduğunu düşünürdü. Sonra bunun böyle olmadığını anladılar; önemli kişilerle röportaj yapıp önemli görünmek önemli oldu. Uzunca bir süre ofis içinde çalışan bir dış haberci olarak ve iletişimcilerin arasında mühendislik eğitimi almış bir yabancı olarak, medyadaki bütün değişimleri takip etme fırsatım oldu. Şimdi yazma zamanı.
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Gazetecilik kutsal bir meslek değildir. Basın ya da medya, haber toplama (tedarik), üretim ve dağıtım boyutları olan sıradan bir sınai iştir. Şirketlerin iş modellerinde büyük yeri olan piyasaya sürme zamanı (time to market) ve trend yaratmaya bağlı yüksek fiyatlama avantajlarını göz ardı edip sürümden kazanmaya karar verdiği andan itibaren kendi sonunu hazırlamıştır. Promosyon malzemeleri dağıtarak tiraj yarışına girdiğinde birer pazarlama şirketine dönüşen gazeteler, tabak çanak ve hatta televizyon verdikleri dönemde 1 milyona varan satış rakamlarına ulaşırken iş modellerinin nasıl değiştiğini fark etmediler ve kendilerini apartman kapılarına bırakılan market zinciri broşürlerine çevirdiler. Sonra zamanla tirajı olduğu kadar itibarı da kaybettiler.
Benim basına girmem, askerden döndükten sonra İntermedya Grubu içinde yer alan Global gazetesinin dış haberler servisinde çalışmaya başlayarak oldu. İlgi çekici olduğunu düşündüğüm bir iş modelim vardı. Daha önceki dönemde, Kadıköy Anadolu Lisesi’nde aldığım eğitim sayesinde edindiğim İngilizceyi kullanarak telifli olarak günübirlik gidip çalıştığım yerler olmuştu. Bunun amacı da basında yer almak değil maliyet tasarrufuydu. O yıllarda Türkiye’de özel üniversiteler açılmaya başlamıştı ve bunlar, doğal olarak uluslararası benzerlerinde olduğu gibi ödevler/tezler yazdırma modeliyle insan yetiştiriyorlardı. Ancak bunun hiçbir boyutu tam değildi. Akademisyenler, akademik çalışmaları takip eder ve YÖK’ün müfredatına uygun olarak verecekleri derslerin programlarını hazırlayıp bu dersleri verirlerken güncel olanı takip etmiyorlardı. Bu nedenle, bu dergilerdeki bir makaleyi çevirip ödev diye veren öğrenci o metinle çok iyi notlar alabiliyordu. Ben de bu dergilere para vermek ya da kütüphanelerde dergi bulacağım diye sürünmek yerine, zaten bunları satın alan dış haberler servislerinde yaptığım çeviriden kazanıyor hem de dergilerden fotokopi çekerek maliyetimi düşürüyordum. Rahmetli babamın aldığı daktiloda ödeve dönüşen bu çeviriler, üniversite öğrencilerine not olarak geri dönüyordu.
Bunu yapabilmemi sağlayan, internetin olmamasıydı. Bu nedenle bilginin yayılması için sınırlı olan nüshalardan birinin ya da belirli bir miktarının dağıtılması ve satın alınması gerekiyordu. Kaynağın bu şekilde kıt olması nedeniyle, kaynaktan faydalanan ve kullanan sayısı da sınırlı kalıyordu. Komik ama matbaaya geçişin bir benzerini yaşıyorduk ve bilgi eksikliği para kazanmayı sağlayan asıl olanağı oluşturuyordu. İşin eğitim boyutuna da kısaca değineyim. O yıllarda entelektüel bir arkadaşım, böyle bir üniversitedeki öğrenci akrabasının isteği üzerine bir konuda araştırma yapması için bir kaynakça hazırlamıştı. Öğrenci biraz tembel olduğu için bu kaynakları tarayıp ödevi hazırlamak yerine listeyi olduğu gibi teslim etmiş ve konuya bu kadar hakim olmasından etkilenen hocasından tam not almıştı.
Askerlikten sonra yolumun yeniden basına düşmesini sağlayan ise, tamamen teknolojinin talihimi açmak için bana yaptığı bir “kıyak” olmuştu. Haber dağıtımında müthiş bir inovasyon yapan Reuters, fotoğraf ve haber içeriğini servis ettiği özel donanım yerine PC’ye geçme adımlarını atıyordu. Teleks ve “teleksçi çocuğa” dayanan eski sistem ile fotoğrafların fotoğraf baskısı için özel olarak satın alınan kağıda basılmasına dayanan sistem yerine bilgisayarın devreye girmesi, benim iş sahibi olmamı sağladı. Aslında yapmamı istedikleri iş, listelenen haberlerden çıkış alıp arz etmemdi. Bense, daha fazla bilgiye erişebilmek için muazzam bir kaynak bulduğumu henüz tam olarak fark edememiştim.
Bunu fark etmek için Finansal Forum’da çalışmaya başlamam gerekti. İntermedya ile karşılaştırma kabul etmeyecek kadar kurumsal bir yapıya sahip olan Doğan Grubu’nun Simge Yayıncılık altında kurduğu yeni nesil yayınlardan biri olan Finansal Forum’da AP, AFP ve Reuters olmak üzere üç ajansı takip ediyordum. Aynı zamanda The New York Times ve The Wall Street Journal ile anlaşmalarımız sayesinde bunların da haber akışı benim önümden geçiyordu. Dünyayı fethetme noktasına gelmiştim.
Ancak bir sorun vardı. Gazetede bir sayfa dış ekonomi yapıyordum ve yayımlayacağımız haberler için sahip olduğumuz alan sınırlıydı. Bu, bildiğimiz her şeyi yazmamıza olanak vermiyordu. Zamanla öğrendiğim kadarıyla, Finansal Forum okuru da dış haberler için değil ekonomide takip ettiği alanlardaki gelişmeleri görmek için gazete alıyordu. En önemli satın alma motiflerimizden biri de, her gün basılan döviz kurları föyü, uluslararası piyasalar ve ihale listesi bölümleriydi. Uluslararası piyasaları yapan arkadaş, iş erken bitsin diye sabah işe geldiğinde bu listeleri çekip bastığı için çoğu borsanın değeri kapalıyken alınan faydasız veriler olmasına karşın bu sayfayı kaldırdığımızda müthiş bir okur tepkisi aldık. Mahalledeki bir tuhafiyeci ile sohbet ederken, Finansal Forum’da çalıştığımı duyunca, İngiltere’deki bir ihale için kavanozla buğday numunesi gönderip yanıt alamadığını söyleyip “bu ihaleleri uyduruyor musunuz?” diye sordu. Biz borsa gazetesi yaptığımızı düşünüyorduk ama galiba farklı bir durum vardı.
Sonrasında araştırınca bizim asıl okurumuzun abonelik sistemi ile hizmet ettiğimiz bir kitle bulunduğunu öğrendim. Bu, daha sonra neden olduğunu anlamadığım bir biçimde bozuldu, marka Referans olarak değiştirildi ve gazete öldürüldü. İşin benimle ilgili bölümü, beş yıl boyunca ürettiğimiz içeriğin ve son dönemde internet sitesini kurduğumuz gazetenin daha sonraki içeriğinin kaybolması oldu. Oysa ki teknoloji, medya organlarının arşivlerini ücretli servis için önemli bir zemin haline getiriyor.
Bunu en iyi yapan, İngiltere merkezli The Economist dergisi olmuştu. Hala yapıyorlar mı bilmiyorum ama bir dönem güncel dergi içeriklerini ücretsiz dağıtırken dışarıdan uzmanlara yazdırdıkları yazıları ve belirli bir tarihin piyasa verilerini ücret karşılığı sağlıyorlardı. Bu karma model beni çok etkilemişti.
Yine Time Inc.’in satılmasının öncesinde, Fortune dergisinin editörlerinin hazırladığı üç dakikalık videoların CNN’in haber akışının içine gömülmesi, ücret istenmeyen ancak Premium diyebileceğim bir karma modeldi. Bunlara devam edeceğim ancak şimdi bir örnek vererek bu yazıyı kapatmak istiyorum.
Euro 2024’te buz gibi penaltıyı vermeyerek ev sahibi Almanya’nın İspanya’ya elenmesine neden olan İngiliz Premier League hakemi Anthony Taylor’ı araştırmak ilgi çekici olur mu? Biz daha çok kendimize yapılan haksızlıklarla ilgili nara atmaktan hoşlanıyoruz ama ben taraf olduğumuz bu konudan habercilik dersi vermeyi mümkün görmüyorum. Alman Bild gazetesinin, yalanladığımız ancak doğru çıkan haberi bu konuda yeterli ders içeriyor.
Taylor meselesi ise beni, bir teknoloji haberi tadında kendisine çekiyor. Bunun nedeni, haber akışında karşıma çıkan ve Almanya’nın maçın “ayarlanmış olduğu” şikayetinde bulunacağını iddia eden haber olmadı. İspanya-Fransa maçı oynandığına göre bu haber heyecan verici bir yanlışa dönüştü.
Ancak Taylor ilgi çekici. İspanya’nın yaptığı penaltıyı görmeyen Taylor, bir yıl önce de yine bir İspanyol takımı olan Sevilla’nın oyuncusunun aynı biçimde neden olduğu penaltıyı da görmüyor. Bu sefer bir İtalyan takımına karşı oynanan maç söz konusu. Hakemi değerlendiren yetkili buna karşın Taylor’a 8,4 puan veriyor. Üstelik maç sırasında itiraz eden teknik direktöre de, küfür ettiği gerekçesiyle 4 maç ceza veriyor. Bu akışı, iş dünyasında ya da borsada yaşanan akış için yapabilsek, acaba iş dünyası yayıncılığı için bir inovasyon olabilir mi?
İtalyan ile İspanyolun maçındaki İngiliz hakemin hikayesinden bize ne, diyebilirsiniz. Ama bizdeki en komik fıkralar böyle üç kişi üzerine kuruludur ve şu anda medyada yer alan haberlerden daha fazla sürümü var. Bu tabii ki işin şaka boyutu. Haber boyutu ise, bu hikayede yer alan bir Portekizli. Maç, Sevilla ile Roma arasında oynanıyor ve dört maç cezayı alan, o zaman Roma teknik direktörü olan Fenerbahçe Teknik Direktörü José Mourinho. Bu, yeni nesil haberciliğin bizimle bağlanabileceği nokta. Devam edeceğim.