ABD'de Trump'ın Başkanlık döneminin sonu aşırı uçlardaki grupların Kongre'yi basması ile hatırlanıyor. Buna rağmen Trump'ın Kasım ayında ABD'de yapılacak ikinci kez Başkanlık peşine düşmesi, üstelik Demokratların adayı Kamala Harris'le başa baş durumda olması, Amerikan demokrasinin girdiği çıkmazı özetler nitelikte.
Bu öylesine bir çıkmaz ki, Amerikan siyasetinde alışagelmiş tüm dengeleri bozar nitelikte; Ailesi Demokrat Parti ile anılan, amcası Demokrat Parti adına ABD Başkanlığı, babası Demokrat Parti'den Başkan adaylığını açıkladığında suikast uğramış olan Robert Kennedy Jr'ın gelecek seçimlerde Trump'a açık destek vermesi bunun somut örneği.
Benzer sıkıntılar Avrupa'nın köklü demokrasilerinde de var; Aşırı sağcı hareketler demokrasiyi kullanarak Avrupa ülkelerinde -koalisyon ortağı olarak da olsa- art arda iktidara gelmeye başladılar. İtalya ve Macaristan'ın aşırı sağcı Başbakanları, Hollanda'da Başbakan olamasa da partisini liderliğe taşıyan aşırı sağcı Wilders ilk akla gelenler.
Ortadoğu'da da durum farklı değil; Arap Baharı ile Zeynel Abidin Bin Ali'nin 25 yıllık tek adam rejimi yıkılınca, Tunus'ta demokrasi için umut ışığı doğmuştu. Ancak mevcut Cumhurbaşkanı Kais Said parlamentoyu feshederek kendi tek adam rejiminin önünü açtı.
"Dünyanın en büyük demokrasisi" olarak anılan Hindistan'da ise Hindu milliyetçisi Başbakan Modi iktidarının aldığı oyları çoğulculuktan yana değil, çoğunluktan yana kullanıp, Müslümanların haklarına karşı art arda çıkardığı yasalar ortada.
İsrail'de ise Netenyahu Başkanlığı'ndaki, içinde ırkçı partileri barındıran koalisyon hükümetinin Gazze'yi soykırıma varan bir operasyonla cehenneme çevirdiği bir süreci dünya eli kolu bağlı, sadece izliyor.
Şimdilerde de Fransa karışmış durumda.
Macron'un siyasi kumarı
Fransa'da yaşananlar, "tarih tekerrürden ibarettir" sözünü doğrular nitelikte.
Macron'un yaz başında Fransa'da önünü açtığı erken genel seçimde Meclis'te en çok sandalyeyi sol partilerin oluşturduğu Yeni Halk Cephesi kazandı, ancak çoğunluğu elde edemedi. Sosyalist Parti, Yeşiller, Komünist Parti ve Boyun Eğmeyen Fransa Partisi'nin oluşturduğu Yeni Halk Cephesi seçimlerden sonra Başbakan adayı olarak Lucie Castets'in adını ortaya koydu.
Ancak Cumhurbaşkanı Macron hükümeti kurma görevini Castets'e vermeyi reddetti. Macron siyasi partilere, "aranızda bir tur daha görüşün, çoğunluğu bulun öyle gelin" mesajı verdi. -Elbette bu süreçte hükümeti Macron'un seçimden önce bizzat atadığı kendi partisinden bir Başbakan'ın yönetmeye devam edeceğini de unutmamak gerek.-
Macron'un bu tavrı Türkiye'de 2000'li yılların hemen öncesini hatırlatır nitelikte; Türkiye'nin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de, Refahyol Hükümeti’nin istifası sonrasında, hükümeti kurma görevini- Refah Partisi ve DYP'nin üzerinde anlaşmış olmalarına rağmen- Refahyol'un küçük ortağı DYP'nin lideri Tansu Çiller'e vermemişti. Hükümeti kurma görevi o dönemde önce Parlamento'daki üçüncü parti ANAP'ın lideri Mesut Yılmaz'a verilmişti. Yılmaz'ın kurduğu azınlık hükümetinin ancak bir buçuk yıl sürmesinin ardından Demirel hükümet kurma görevini bu kez partisi olmayan Bağımsız vekil Yalım Erez'e tevdi etmişti. Erez'in de hükümeti kuracak çoğunluğa ulaşmaması üzerine, bir başka azınlık hükümeti olan Ecevit hükümeti, ülkeyi seçimlere götürmek üzere göreve gelmişti.
Bakalım Fransa hükümet çıkmazını aşabilecek mi, yoksa yeni bir erken seçime mi gidecek?
Cumhurbaşkanı'nın "adını bile anmadığı" parti de var
Hepsi bu kadar da değil; Macron hükümet kurma görevini Castets'e vermeyeceğini duyurduğu açıklamada Yeni Halk Cephesi'ni oluşturan üç partinin adını andı, ancak daha önceki açıklamalarında "aşırı hareket" diye nitelendirdiği, yine aynı Cephe'de yer alan dördüncü Parti, Boğun Eğmeyen Fransa Partisi'nden hiç bahsetmedi. Bu durum size de Türkiye'de halen TBMM'de temsil edilen siyasi partileri "yok sayan", kapatılmalarını isteyen siyasetçileri hatırlatmadı mı? Ne demiştik, "tarih tekerrürden ibarettir"; Ülkeler farklı olsa da, uygulamalar ne kadar benzer.
Fransa da, tıpkı diğer demokrasiler gibi, ciddi bir siyasi girdaba girmiş görünüyor.
Kurulmakta olan yeni uluslararası düzenin, ilk olarak demokrasileri vurduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz...