Son altı yılda ülkemizin gelişmiş bloktan ve diğer yükselen ülkelerden süratle farklılaşan gündemi, küresel kriz sonrasında saptanan ve sektörler bazında uzun vadeli stratejik hedefleri de içeren, sadece sıcak parayı değil doğrudan yatırımı çekmeyi amaçlayan, yurtiçi üretimdeki yerli katma değeri ve teknoloji düzeyini yükseltmeyi öngören içeriğinden uzaklaştı ve faiz- döviz sarmalında kısa vadeli konjonktür yönetiminden ibaret dar bir tünele sıkıştı. Borçlanmaya ve tüketime dayalı kusurlu büyüme modelini ne pahasına olursa olsun ısrarla uygulama inadı, 2018 ve 2020’de iki kez döviz krizine yol açılmasıyla noktalandı. Geçen Kasım’da gerçekleşen yönetim değişiminden önce 500’lerin üzerinde rekor düzeyde bulunan ve diğer yükselen ülkelerin 100’ün altındaki (sadece Brezilya’da 150 düzeyindeki) risk primlerine oranla dış finansmanı aşırı pahalılandıran ve yatırım cazibesini sıfırlayan CDS primi, yeni kararlardan sonra 300’lerin aşağısına geriledi ama hala en riskli ülke görünümü devam ediyor. Durumun kendi hatalarımızdan kaynaklandığı bu farklılaşmadan belli. 2021’de para politikasında tehlikeli maceralardan kaçınıp ekonomiyi ayakta tutma işlevini, hane halkı ve şirketlere geniş tabanlı etki yapacak bir kamu harcaması bileşiminde ve bu doğrultuda bir programda aramak zorunlu.
Dünya Mersin’e, biz tersine
ABD ve AB’den gelen açıklamalar ve işaretler küresel para bolluğunun 2021 boyunca devam edeceğini, likiditenin kısıtlanmayacağını gösteriyor. Batılı hükümetler ve merkez bankaları, ekonomiyi canlandırmak ve biraz enflasyon yaratmak için muslukları açık tutmaya devam ediyor. Bu durum, dünyanın geri kalanı ve özellikle gelişmekte olan ülkeler için bir fırsat aslında. Getiri arayan para, risk iştahını arttırıyor ve güvenlik şartlarını sağlayan piyasalara akıyor. Ne var ki biz, 2015’e kadar kısmen daha sonra da başta kaynak kullanımı olmak üzere bütünüyle hatalı politika tercihleriyle, kaynak akışının ilanihaye ve koşulsuz devam edeceği varsayımıyla ve en önemlisi temel ekonomik zaaflara odaklanmayı hepten ihmal ederek ülkenin zaten yüksek olan risk primini tırmandırdık. 2017’den itibaren net kaynak girişinin süratle azalmasına ve net kaynak çıkışına dönüşmesine tanık olduk. Risk algısının en iyi göstergesi sayılan CDS priminin 600’lere kadar yaklaşmasına ve ülkemizin yatırımcılar gözünde en riskli, yani borçlarını geri ödeme kapasitesine en az güvenilen ülke olmasına seyirci kaldık. Üstelik güven eksikliği yerli yatırımcının yatırım hevesini de kırdı; istihdam ve büyüme oranı düştü, enflasyon yükseldi. Güveni sağlamaya çalışacağımıza bir türlü vazgeçmek istemediğimiz kusurlu büyüme modeline sarılıp sınırlı kaynaklarımızla faizleri düşürüp piyasaya kredi pompalamaya, yükselmekte olan dövizi rezervleri eritme pahasına baskılamaya, yüksek faizli dış borçlanma ile tüketimi desteklemeye yöneldik. Ayrıca dış politikada çatışmacı bir tutumla jeopolitik riskleri de yükselttik. 2018’deki kur şokundan ders almadığımız gibi hata derecesini yükseltip 2020’nin ikinci yarısında yine bir döviz krizinin içine sürüklendik.
Bu arada güven algısının en önemli bileşenlerinden biri olan borç stokunu sürekli yükselttik. Üstelik 435 milyar dolara varan dış borçların itfasını hep daha yüksek faizli yeni borçlanma ile yaptığımızdan önümüzdeki yılların borç servisi sürekli artıyor. Aralık ayında %15’e yaklaşan resmi enflasyonun ise bir süre yükselmeye devam edeceği kesin gibi. Gelişmiş ülkeler pandemi nedeniyle enflasyonun sıfıra yakın olmasından yakınırken, biz pandemi yanında faizleri de 700 baz puana yakın yükseltmemize rağmen enflasyon düşmüyor. Bu da sorunumuzun yapısal olduğunun bir başka işareti. Öte yandan ekonomik yavaşlama nedeniyle 6.8 milyar dolar cari fazla ile kapattığımız 2019’dan sonra 2020 yılında tekrar patlayan cari açık 36.7 milyar dolara ulaştı. Sadece Aralık’taki açığın 3.2 milyar olması dikkat çekici. Temel neden de, beklendiği gibi, çarpık üretim yapısının doğal sonucu olan ve COVID’in yol açtığı turizm çöküşünün etkisiyle katlanıp bir yılda 21 milyar dolar artarak yaklaşık 38 milyar dolara ulaşan dış ticaret açığı. Bu açığı karşılamak, 32 milyar dolar rezerv satışına mal oldu.
Kısa vadede de kısmi yapısal iyileşme mümkün
Elverişli dış konjonktürden, küresel para bolluğundan yararlanmak için günlük politikalar değil temel yapısal darboğazlarla uğraşmak, risk algısını iyileştirmek gerektiği, oysa bizim on yıldır bunun tam tersini yaptığımız doğru. Ancak çokça bahane olarak ileri sürüldüğü gibi bu sürecin bütünüyle uzun vadeli olduğu argümanı pek doğru değil; kısa vadeli, hatta hemen gerçekleştirilebilecek bileşenleri de var. Nitekim Kasım’da ekonomi yönetiminde yapılan değişiklik ve ardından açıklanan para politikası kararları olağan dışı bir düzeye fırlamış olan döviz kurunu yaklaşık %18 düşürdü; hemen ardından ülkenin CDS risk primi 300’lerin altına geriledi. Bu düzey bile bizi hala riskli ülkeler listesinin başında tutuyor, yani hala gidecek çok yolumuz var ama en azından getiri sunduğumuz zaman dış kaynak çekebilecek duruma geldik.
Yeni MB Başkanı’nın para politikasında şimdilik sağlamış göründüğü şeffaflığın maliye politikasına, bütçeye ve hazine nakit dengesine de yansıtılabilmesi halinde risk görünümünün daha makul bir hale gelmesi mümkün. Bu ek adımların gerekli olduğu, MB’nin son beklenti anketinde yılsonu dolar kuru beklentisinin, faizdeki artışa rağmen, ancak %4 düşerek hala 7.79 olmasından belli. Enflasyon beklentisi ise yükseliş eğilimini sürdürüyor. Şirketler kesiminde ise açık döviz pozisyonlarının bir miktar aşağıya geldiği gözleniyor. Ama genel olarak karlarla ödenemeyecek yükseklikteki borç stoku büyük bir risk unsuru olarak devam ediyor. Yeni yılın nispeten durulmuş ortamında kamu yönetiminin bu soruna köklü bir çözüm getirmesi hem güven inşasına büyük katkı yapacak, hem de yatırım hevesine yeni bir ivme kazandıracak. Bu yıl da süreceği anlaşılan küresel likidite bolluğundan geç de olsa yararlanma imkânı, bu açıdan belki de bir daha bulamayacağımız bir fırsat.