Daha neyi bekliyorsunuz?

Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Bana sorarsanız, bütün alametler belirdi. Ne yapmamız gerektiği ayan beyan ortada. Bundan böyle ne yapacağımızı değil, nasıl yapacağımızı konuşmaya başlamamız lazım. Neden? Gelin ben size anlatayım.

Ama doğrusu ya, biz sallanmaya devam ediyoruz. Bakın onun nedenini bilmiyorum doğrusu. Bildiğimiz bir şey var da onun için mi böyle geniş geniş bekliyoruz? Zannetmem. Daha çok, “Neme lazım, şimdi bir şey dersem iş üstüme kalır, sonra da anlat dur…” bürokratik zihniyetinden, tecrübeli bir yurttaş olarak benim gördüğüm. Başka bir durum varsa, şaşırırım doğrusu.

Kimse devleti küçültün demiyor, herkes devleti büyütmekten bahsediyor.

Önce haberlerle başlayayım. Geçen hafta, Mart 2021 başında, Amerikan düşünce kuruluşlarından CSIS’te Yeşil Mutabakat’ın ticaret üzerine olası etkileri tartışılırken; katılımcılardan 25 yıllık Amerikan Kongre Üyesi Eric Blumenauer, konu Çin’e odaklanmışken “Aynı Çin gibi, artık bizim de kendi sanayi politikamız olması lazım.” dedi. Öyle dedi, hiç duraklamadan. Eskiden böyle şey, öyle orta yerde söylenmezdi.

Hadi o Demokrattı. Ama yine geçen hafta, Cumhuriyetçilere yakın Wall Street Journal’da Çin’in Made in China 2025 programına benzer bir sanayi politikası çerçevesine duyulan ihtiyacı anlatan bir makale yayımlandı. Makalenin başlığı şöyle “Çin’e Karşı Teknoloji Savaşını Nasıl Güçlendirebiliriz?” (How to Step Up the Tech Fight Against China?). Hele WSJ’de hiç söylenmezdi böyle laflar öyle ortalıkta.

Bu arada, Amerikalıların yüzde 79’u Ocak 2021’de COVID-19’un yol açtığı hasarı gidermek için, doğrudan destek paketi gerekir de diyordu. Onu da not edeyim. Üstelik Cumhuriyetçilerin üçte ikisinin de aynı görüşte olduklarının altını çizeyim.

Hâlbuki eskiden bir Amerikalı dostum, bana, Cumhuriyetçilerle Demokratların farkını anlatmak için, “Yoksullara destek vermenin devletin görevi olduğunu söyleyenlere Demokrat, bu görevi Kilise’nin yerine getirmesi gerektiğini düşünenlere ise Cumhuriyetçi denir.” derdi. Şimdi görünen o ki, o fark ortadan kalkıyor. Hele Florida gibi, Cumhuriyetçi eyaletlerde, asgari ücretin günlük 15 dolara yükseltilmesine olumlu bakanların çoğunlukta olması ilginç doğrusu.

Virüs oyunu bozmuş gibi duruyor. Amerikalılar, artık, devletin iktisadi alandaki faaliyetine sanki daha bir olumlu bakıyor gibi görünüyorlar. Virüsle birlikte ne değişiyor? Kimse “devleti küçültün” demiyor, herkes bir biçimde “devleti büyütmekten” bahsediyor.

Zaten Amerikalıların yeşil dönüşüme, 1933-1938 arasında Roosevelt döneminde uygulamaya konulan, kamu harcama programlarına dayalı iktisadi toparlanma dönemini (Yeni Mutabakat/New Deal) anıştıracak biçimde “Yeşil Yeni Mutabakat” (Green New Deal) demelerinin bir nedeni de bu olmalı. Bir nevi, 1930’larda nasıl çıktıysak krizden, şimdi de öyle çıkacağız muhabbeti. Tabii bizim buralarda, işin vahametinin farkında olmayanlar hala; “Virüs gidecek, biz otomatik olarak normalleşeceğiz.” diye bekliyor olabilirler. Fakat dünya öyle değil.

Ne olur ne olmaz, dikkatsizler için, yeşil dönüşümün virüsle birlikte nasıl dönüştüğünü ben bir daha hatırlatmış olayım...

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Aralık 2019’da, Avrupa Birliği’nin yeni büyüme stratejisinin “Yeşil Mutabakat” (Green Deal) olacağını duyurdu. Karbon eşitleme vergisi de o zaman tartışılmaya başlandı. Ben Ocak ve Şubat 2020’de son uçak seyahatlerimi, tam da bu nedenle, Brüksel’e yaptığımı hatırlıyorum bu açıklama üzerine. O vakit daha ortada virüs yoktu. Dolayısıyla hadise aslında virüsten önce başladı.

Amerikan Başkanı Biden göreve başladığı Şubat 2021’de ayağının tozuyla Amerika’yı Paris İklim Anlaşması’na döndürdü ve Amerika’nın büyüme ve istihdam stratejisi “Yeşil Yeni Mutabakat” (Green New Deal) adı altında şekillenmeye başladı. Biden’ın göreve geldiği kesinleşince, “Paris İklim Anlaşması’nı Artık Onaylayın” diye yazmıştım gazetemizde. Tarih 21 Aralık 2020’ydi.

İngiltere Başbakanı Boris Johnson, bu yıl Haziran 2021’de Cornwall, İngiltere’de toplanacak G7 Zirvesine ortak “Sınırda Karbon Eşitleme Vergisi” (Green Border Levy) konusunu götüreceğini açıkladı. Bu ne demek? Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 60’tan fazlası üzerine, Batı’daki pazarlarımızda ek vergi konacak demek. İyi mi? Kötü.

Ne oldu? Aslında süreç içinde, yeşil dönüşüm, virüs sonrası toparlanma döneminin olmazsa olmazı olarak düşünülen kamu harcama programlarının odağına yerleşti. Kamu harcamaları, kamu yatırımları olmadan virüs sonrası büyüme ve istihdam zor. Yeşil sanayi stratejisine dayalı kamu destek politikaları, yeşil dönüşümün temeli oluverdi. Böylece hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir yeni dünya beliriverdi.

Karbon bazlı olmayan bir büyüme için gereken teknolojilere zaten sahiptik. Yeni teknolojilerle mevcut sektörleri dönüştürmek için yoğun sabit sermaye yatırımlarına ihtiyacımız vardı. Şimdi virüs sonrası toparlanma süreci dönüşüm imkânını getirdi. Gelişmiş ülkelerin düşük faizleri, imkân alanını genişletiyor. Peki, ya gelişmekte olan ülkeler. İşte asıl mesele orada.

Yeşil dönüşüm teknoloji uçurumunu daha da derinleştirir mi?

Alttaki ilk tabloda, farklı ülkelerin on yıllık devlet tahvillerinin faiz oranları var. Ne görünüyor? Gelişmiş ülkelerin faiz oranları sıfıra yakın, gelişmekte olan ülkelerin faiz oranları pek yüksek.

Neden yüksek diye merak edenleri hemen iki numaralı tabloya alayım. Faiz oranı yüksek olan, gelişmekte olan ülkelerin varlıklarına yatırım yaptığınızda, katlanmanız gereken risk primi tutarları da yüksek. Nedir?

Türkiye, CDS risk priminde, zaten batık olan Arjantin’i saymazsak birinci sırada kalmakta ısrar eder, “akıl dışının iktisat politikaları”na duyduğu yakınlığı her fırsatta dile getirmeye devam ederse, Türkiye’nin ödemek zorunda olduğu faiz oranı da yüksek kalır.

Türkiye’de faiz ne zaman düşer? “Akıl dışının iktisat politikaları”na duyduğumuz ilgi bittiğinde elbette. Türkiye’nin, “akıl dışının iktisat politikaları”na duyduğu ilgiyi anıştıracak her hareketinde, döviz kurunun fırlaması da bundandır. Etki/tepki işte. Ne yapalım? Bu hisli alakadan kaynaklanan bir sabıka kaydımız var.

Peki, bu durumda, yeşil sanayi stratejisi ile karbon bazlı olmayan bir büyüme ve istihdam politikasını kim daha kolay finanse edebilir? Gelişmiş ülkeler. Yeşil sanayi stratejisi ile birlikte, gelişmiş ülkelerin uluslararası rekabet gücü artarken, kim rekabet gücü kaybeder? Gelişmekte olan ülkeler.

Peki, bu gelişmekte olan ülkeler içinde, kim en çok rekabet gücü kaybeder? Şirketleri en borçlu, bankaları en problemli, kamu politikaları en güvenilmez olanlar elbette.

Peki, şirketleri en borçlu, bankaları en problemli, kamu politikaları en güvenilmez olan gelişmekte olan ülkeler diğerlerinden nasıl ayırt edilir? CDS risk primlerine bakarak elbette. Şimdi lütfen iki numaralı tabloya bir de bu gözle bakarak, geniş geniş sallanmaya devam ederek en çok kayba uğrayacak olan ülkeler listesine bir daha bakın isterseniz.

Demem o ki, yapısal reform gündemi artık yeşil dönüşüm gündemi iç içedir. Yapısal reform adımları gelmezse, Türkiye zaten yeşil dönüşüm gündemini finanse edemez. Küresel yeşil dönüşüm gündemine intibak edemeyen Türkiye yalnızca rekabet gücü kaybına uğrar. Virüs sonrası toparlanma zayıf ve soluksuz olur. Bir kere daha söylemiş olayım.

Bütün bunlara bakıp, içimden yalnızca “Eee, hadi artık!” demek geliyor doğrusu. Paris İklim Anlaşması’nı bir an önce onaylayarak, yeşil sanayi stratejisini finanse edebilmek üzere ülkemizin risk primini hızla düşürecek bir reform paketine odaklanmamız gerekiyor daha. Siz farkında değilsiniz ama daha çok işimiz var çok.

“Gerçi” diyeceksiniz şimdi; “Paris İklim Anlaşması’nı onaylayacağız da ne olacak?”

“2014’te yasal olarak bağlayıcı olduğunu bilerek, İstanbul Sözleşmesi’ni, kadına karşı şiddetle mücadele ediyoruz diye imzaladık da sonuçta ne oldu?”

“Daha geçen yıl, tam 300 kadın şiddete uğrayıp hayatını kaybederken, katiller bir sürü ceza indirimi alıp dışarı çıkmadı mı? ” Çıktı.

Hiç kimse utandı mı? Utanmadı.

Bakın o da doğru.

Tüm yazılarını göster