İsrail’in Gazze’de yürüttüğü askeri müdahale dünyanın birçok yerinde güçlü tepkilerle karşılanıyor. İsrail’in Filistin’de dış güçlerin zorlamasıyla kurulduğunu öne sürerek ona varlıksal itirazları olan ülkeler de var ama çoğu ülke İsrail’in meşruiyetini sorgulamıyor. Ülke dışı aktörlere veya Hamas gibi sivil nüfusa karşı tedhiş eylemlerine girişen örgütlere karşı kendisini savunma hakkını da teslim ediyor. Buna karşılık, İsrail hükümetinin orduya Gazze’ye kural tanımadan müdahale yetkisi vermesi ağır eleştiri konusu yapılıyor. Savaşan askerin sivil nüfusa karşı güç kullanmasının belli kurallara bağlı olduğu bilinen bir gerçek.
Önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi, Türk kamuoyunun büyük bir bölümü Gazze’de sivil halka yapılanları gaddarca buluyor. Mısır-Gazze sınırında bekleyen insani yardım kamyonlarının çok azına giriş izni verilmesine inanmakta güçlük çekiyor, bu tavrı alışılmışım ötesinde bir gaddarlık olarak değerlendiriyor. Ancak kamuoyu araştırmalarına bakılacak olursa, kamuoyunun yarısından fazlası ülkelerinin mücadeleye daha kapsamlı bir biçimde dahil olmasını da arzulamıyor. Birçok gözlemci, olaya daha sıcak ilgi göstermesi beklenen Arap ülkelerinin konudan uzak durmasına işaret ederken, Türkiye’nin neden daha fazla ilgilenmesi gerektiğini anlamakta zorluk çektiğini bildiriyor.
Türk hükümeti ise farklı bir çizgi izlemekte. Olaylar başlarken, barışı sağlamak için arabuluculuk yapacağını beyan etmişti. Cumhurbaşkanı Gazze’de (belki de Batı Şeria’da) bağımsız bir Filistin devleti kurulabileceğini, aralarında Türkiye’nin de yer alabileceği bazı devletlerin garantisiyle bu ülkenin İsrail ile barış içinde yaşayabileceğinin sağlanacağını ileri sürmüştü. Birkaç nedenle bu fikir İsrail tarafında fazla ilgi uyandırmadı. İlkin, Hamas İsrail’in güvenliğine sert bir darbe vurmuştu. Hemen akabinde bağımsız bir Filistin fikrine yanaşmak, terör önünde boyun eğmek gibi görülebilirdi. İkinci olarak, Netanyahu’nun kabinesinde aslında bütün bölgenin İsrail’e ait olması gerektiğini düşünen bakanlar var. Netanyahu ise kurduğu koalisyonun dağılmasını istemiyor, iktidarda kalmak istiyor. Üçüncü olarak, Netanyahu hakkında yürütülen adli işlemlerden kurtulmak istiyor. Bu nedenle İsrail “anayasasını” değiştirerek yargı üzerindeki denetimini güçlendirmeğe çalıştı. Tam İsrail tarihindeki en güçlü hükümet aleyhtarı gösterilerle karşı karşıya kalmışken, Hamas saldırısı Netanyahu için adeta bir can simidi oldu. Ancak, her ne kadar kendisi arabuluculuk fikrinden uzak duruyorsa da, zaman aleyhine işliyor. Hükümetinin Hamas saldırısının hemen sonrasında yakaladığı destek zayıflamaya başladı. Sorunun Filistinlilere bir devlet vermeden çözülemeyeceği fikri giderek daha yaygın kabul görüyor. Sonunda belki diplomatik çabalarla bir çözüme ulaşılabilir ama diplomasinin işlemesi için duygusal patlamalar değil, sabır gerekiyor.
Türk Cumhurbaşkanı, İsrail’in davranışlarının sabrını zorlamasından olacak, arabuluculuk yapmak fikrini terk ederek, İsrail’in yaptıklarına karşı kızgınlığını ifade etmeye yönelmiştir. İsrail’i terörist bir devlet olmakla itham ederken, Hamas’ın ulusal kuruluş örgütü olduğunu beyan etmiştir. Sayın cumhurbaşkanının kişisel duyguları herhalde söylediği gibidir. Ancak Türkiye’nin cumhurbaşkanı olarak daha diplomatik bir tavır sergilemesi, ülkenin başındaki kişinin görevinin “ulusal çıkarı” korumak olduğunu gözden uzak tutmaması daha uygun olur.
Pekiyi Türkiye’nin “ulusal çıkarı” nedir? Çözümlememize, Türkiye’nin İsrail’in yaptıklarını her bakımdan eleştirme hakkı bulunduğunu belirterek başlayalım. Örneğin Türkiye’nin İsrail ordusunun harekatlarında sivillere karşı evrensel kurallara uymasının zorunlu olduğu, sivil nüfusun hedef alınamayacağı ya da Gazze’ye insani yardım akışının engellenmemesi gerektiği türünden eleştirilerden imtina etmesine ihtiyaç yoktur. Ancak İsrail’in şu andaki eylemlerinin ufak bir çoğunlukla iktidara tutunan ve belki de kısa süre sonra görevi bırakmak mecburiyetinde kalacak bir hükümetin politikası olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla eleştiriler bütün bir toplumu değil, mevcut hükümetin izlediği siyaseti hedef almalıdır. Bu ülke ile diplomatik ilişkilerde tam bir kopuştan uzak durmalıdır. Hatırlanacağı üzere, ilişkiler Gazze’ye yardım götüren bir gemiye uluslararası sularda İsrail komandolarının saldırarak on Türk vatandaşının ölümüne sebep olmaları nedeniyle kopmuş, bu durumun telafi edilmesi çok zaman ve çaba gerektirmişti. Hatırlanması aynı derecede önemli bir husus daha var. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, ülkemizin yalnız ABD ve AB ile değil, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ile olan ilişkilerini de etkilemektedir. Türkiye’nin tam da itildiği yalnızlıktan çıkmaya çalıştığı bir dönemde İsrail’e karşı diplomatik olmayan duygusal tavırlar sergilemenin ne derece makul olduğu sorgulanabilir. Şurası muhakkak ki ilişki zaten zedelenmiştir. Ama yine de diplomasiye dönmek ve duygusal patlamaların tahribatını azaltmak lazımdır. Tehditler yerini diplomasiye bırakmalıdır.
NOT: Beni de bu gazetenin bir parçası yapan değerli dostum Osman Arolat’ın aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyor, kendisine rahmet diliyorum. Değerli meslekdaşım Prof. Dr. Ergun Özbudun’un için de aynı duyguları ifade ediyorum. Ülkemiz maalesef iki değerini peşpeşe kaybetti.