İşleyen Kurumlar Yaratmak başlıklı kitabımda, “kapsayıcı kurumlar” kavramından ne anlaşılması gerektiğine ilişkin bir dizi yazımı paylaştım. İktisat literatüründe kapsayıcılık kavramının nasıl evrildiğini değerlendiren çok sayıda yazıma elektronik ortamda erişilebilir.
Kapsayıcı kurum dediğimizde, paylaşan, fırsat eşitliği yaratan, eşit hakları koruyarak serbest ve adil piyasa koşullarında şans eşitliğini güven altına alan, açık ortamlarda ödünsüz gözetim ve denetim ve telafi mekanizmalarını işleten, hata kültürünü çoğaltarak “sapmaları” düzelten, kendini yeniden üreterek uzun dönemli geleceği güven altına alan yapıları kastediyoruz.
Ülkemizde Cumhuriyet yönetimi kurucu babalarının, “vazgeçilmez idealleri ve yaratmak istedikleri sonuçlar” üzerinde düşündüğümde zihnimi uyaran “eğitim kurumları” oluyor: Benim doğup büyüdüğüm köy Tozanlı Çayı ile Kelkit Çayı’nın birleşerek Yeşilırmak’ı oluşturduğu Ak Dağ ile Canik Dağları’nı ayıran vadinin Kelkit Oluğu’yla birleştiği alandaki Erbaa Ovası’nı güneyden kuşatan Sakarat Dağları’nın eteklerindedir.
Turhal’dan Amasya’ya ulaşan Tozanlı Çayı’nın hemen doğusunda yükselen Sakarat Dağları, Niksar-Tokat yolunda Gökdere’ye ulaşan vadilere kadar uzanır. Sonrası, doğuya doğru uzanan Köse Dağları’dır. Hayata gözlerimi açtığımda Cumhuriyet, 20 yaşında bir delikanlıydı. İlkokula başladığımda Cumhuriyet yönetimi olgunlaşmış, ülkeyi yönetenler “tek parti yönetimini” değiştirerek “çok partili sisteme” geçmişti.
Çevresiyle siyasi anlamda ilgili olanlarımız, siyaset kurumlarının dinamiklerini, işleyişini, plan arayışları ile popülist tutumlarını yakından gözleme fırsatımız oldu; bugün siyasal olarak "mit” haline getirilen bazı siyasetçilerin kişisel zaafları ve kolektif aşırı pragmatist israflarına birebir tanıklık ederek büyüdük.
Siyaset her zaman insanların yaşamına dokunur; o nedenle siyaset anlayışı, siyasetçi söylemleri, uygulamalar ve yaratılan sonuçları görmezden gelmek kamu entelektüellerini sorumsuzluk ve statü açgözlülüğünün bataklığına sürükler. İlkokula başladığım yıl, Niksar’da bir esnaf aileye “evlatlık” verilen lise bitirmiş öğretmen, devletin eğitim seferberliğinde “eğitmen kursu” bitiren eğitmenimiz, Ladik’deki Akpınar Köy Enstitüsü mezunu öğretmenimiz vardı. Akpınar Köy Enstitüsü’nde bir, Amasya Suluova’da Ziraat Okulu’nda iki öğrencinin yarattığı umut kapısı ilkokul birinci sınıfında çoğumuzda “öğretmen olma düşünü” büyütüyordu. Daha önce Ardahan ve Şavşet’de Cılavuz Köy Enstitüsü’nün, birkaç yıl önce de Manyas’da Cumhuriyet köyünde yaptığım gözlemlerde Savaştepe Köy Enstitüsü’nün “insani gelişmenin çarpan etkisini” yazarak arşivin tanıklığına sundum.
Cılavuz, Akpınar ve Savaştepe Köy Enstitüleri odağından baktığımda hiçbir yatırımın toplumu ilerletme konusunda belki de dünyanın en az kamu kaynağıyla yaratılan enstitüler kadar etkili olmadığı düşüncesine ulaştım. Cumhuriyet yönetiminin yokluk ve yoksunluktan halkı kurtarmak için hayata taşıdığı Köy Enstitüsü kurumu en uygun anlatımıyla bir “mucize yaratmanın” da adıdır. Lise çağlarımızda izlediğimiz AKİS dergisinde gündelik “siyasi tartışmaları”, daha sonra hepimizin yaşama bakışında etkili olan YÖN dergisindeyse ideoloji- temelli siyaset algısını “iktisadi gelişme” boyutunu da ekleyerek bakış penceremizin ufkunu yükselttik.
Liseyi bitirenlerimiz üniversite kazanamamış ya da üniversitede okuyacak olanaklardan yoksun ise yatılı Eğitim Enstitüleri’nde kurtuluş hayallerini kendi saflıklarının doruklarından sağlam zeminlere indirdi. Üniversite olanaklarının gelişmesi, yüksek okullar, fen fakülteleri, diğer mesleki yüksek okullar ve meslek liseleri fırsat eşitliği ve eşit haklara erişmenin kapıları oldu.
Cumhuriyeti kavramsal geçişler odağından bakarak değerlendirdiğimizde, bugün ulaştığımız düzeyi yaratmada kurumların işlevini daha iyi kavrarız. Isparta’nın İslamköy’ünden çıkıp, ülkenin başbakanı ve cumhurbaşkanı olabiliyorsanız; Toroslar’ın tam orta yerinde Taşkent’ten başbakanlığa yürüyorsanız, Kayseri’de mütevazi bir esnaf çocuğu Cumhurbaşkanı olabiliyorsa, kurumların yarattığı ve sürdürdüğü fırsat eşitliği, eşit hakları koruması ve geliştirmesi sayesinde olduğunu unutmamak gerekir.
Kavramsal geçişler odağından Cumhuriyet yönetimini değerlendirirken, kalkınma planlarının etkilerini de tartışma gündeminde diri tutmalıyız. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, öngördüğü 20 üretim tesisinin hepsini hayata taşıyabilmiştir. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın öngördüğü 100 üretim tesisi, İkinci Dünya Savaşı duvarına çarpmasaydı, ülkemiz bugün küresel değer yaratma zincirinde çok farklı bir konumda olabilirdi.
Bu konularda sayısal verileri görmek istiyorsanız Faruk Türkoğlu’nun EKONOMİ gazetesindeki incelemelerine bakın! İkinci Dünya Savaşı’nda 15 milyon nüfusa sahip bir ülkenin, yaklaşık 1,5 milyon asker beslemek zorunda kalması gerçekliğini, önyargılarınızdan sıyrılarak derinliğine düşünün. İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllara kadar, kazma-kürekle yapılan demiryolları, sonrası yapılanlarla karşılaştırın.
İmparatorluk’tan alınan demiryolu ağının, o günün teknolojik ve finansman olanaklarını da dikkate alarak değerlendirin ki, yaratılan bir mucizenin hakkını verebilesiniz. Ayrıntı bilgisine sahip olmadan, söz konusu dönemde yıllık enflasyon ortalamasının yüzde 4,5’ler seviyesinde korumasının arka planının farkında olmadan, mitolojik, teolojik ve ideolojik yönlendirmelerle yargıya varır, o yargıların peşinden gidersek, haksızlık ve adaletsiz olma batağına sürüklenmekten kendimizi kurtaramayız.
İkinci Dünya Savaşı’nın olağanüstü dış ve iç koşullarında ülke yönetiminde bulunanlar, halkın çektiği sıkıntılar nedeniyle yıprandıklarını bile bile, savaş biter bitmez çok partili sisteme geçiş kararı veriyorlar. Cumhuriyet yönetiminin kurucu önderlerinin halkın çektiği sıkıntılar nedeniyle iktidarlarını seçimle kaybedeceklerini bile bile “çok partili sisteme geçişe” izin vermelerini siyasi olgunluk olarak değerlendirmezsek, haklarını teslim etmiş olabilir miyiz?
Ülkemizde en azından seçimlerde ulaştığımız siyasi olgunluğun, Cumhuriyet kurucularının özverisine dayalı “kurumsal yapılanma tercihi” ile oluştuğunu ve olgunlaştığını unutursak o insanların hakkını yiyenler kervanına katılmaz mıyız? Ülkemizin geleceğini yeniden inşa etme konusunda düşünce paylaşan entelektüeller; hukuk devletinin olgunlaşması, planlı ekonomi, şeffaf gözetim, kurumların işlemesi ve hesap verebilirlik temeli üzerinde bir “güven ortamı” yaratmanın önemini işaret ediyor.
Alınan kararların ve yürürlüğe konan uygulamaların gözetim-denetim odaklı telafi sistemleri işletilmezse, toplumun kaynaklarını etkin ve verimli kullanmak mümkün mü? Cumhuriyet kurucularının kurumsal yapı oluşturma, olgunlaştırma ve çoğaltma deneyim ve birikimini önyargıların, yerleşik doğruların, kalıp düşüncelerin, kör inançların, tek tip düşünce arayışlarının algı saptırmasından uzak değerlendirirsek alınacak çok ders olduğu görürüz.
Cumhuriyetimizin 101’inci yılını kutlarken geçmişi nesnel bir biçimde sorgulayarak, hatalardan ders almak, iyi uygulamaları daha da geliştirmek ve temel hedef olan “çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak” için neler yapmalıyız?
Gündemimizin ilk sırasında, “aşırı ve noksan değerlendirme” tuzaklarına yakalanmadan “geçmişi sorgulama özgüvenine dayalı yüzleşme” yerini almalı.
Çok somut bir örnekten yola çıkalım: Başta siyasi iradenin tercihi, sonra da doğrudan ve dolaylı ilgisi olan herkesin katılımıyla Cumhuriyetimizin 100’üncü yılı hedefl erini belirledik. Hedeflerin belirlenmesinde birkaç sektörde doğrudan katkılarım oldu. Değişik siyasi anlayışta olan insanlarımızın saptanan hedeflere katkı yapmak için samimi çabalarına da tanıklık ettim. Sadece Cumhuriyet’in 100’uncu yıl hedeflerini değil, Cumhuriyet Dönemi’nin bütünüyle ilgili, katılımcı, paylaşımcı ve kapsayıcı bir anlayışla neleri yanlış yaptık, doğrularımız nelerdi, çıkaracağımız dersler ne olmalı diye yüzleşme özgüveni göstermek, doğru bir “toplumsal hafıza” oluşturmamıza katkı yapmaz mı?
Hatadan arınmış insan ve sistem var mı? Hata yapma olasılığımızı dikkate alarak, telafi sistemlerinin en etkilisi olan özgür sorgulamadan kaçınmanın bir anlamı ve değeri olabilir mi?
“Kötülükler asla çıplak gelmez, üstüne mutlaka kutsal bir şal örter” özdeyişinde belirtildiği gibi, toplumları tuzaklara düşüren mitolojik, teolojik ve ideolojik algı saptırıcılarının tehlikelerinden uzaklaşmanın en etkili yolu bellidir: Kendini sorgulama ve yüzleşme özgüvenine sahip olma.
Cumhuriyet’in 2’nci yüzyılını ülkemizin fırsat alanı olarak görüyorsak; zihinlerimizde belirlediğimiz ortak hedefl ere kendimizle başa çıkmadan erişemeyeceğimizi de kavramalıyız. Kendimizle başa çıkmak, gerçek anlamda değişim ve dönüşüme uyum sağlamak da ancak kendi içimize yaptığımız yolculukla erişilebilecek bir hedeftir. Hedef bize “yaklaşan dalga” uyarısını yapmakta ve yeni dünya düzenine uyum için hazırlıklı olmamızı uyarmaktadır.
Cumhuriyet yönetimimizin dününü anlamadan bugününü değerlendiremez, yarınını sağlıklı bir zeminde geliştirmek için öngörme- önlem alma, gözetim-denetim disiplinine uymalıyız.
Cumhuriyetimizin 2’nci yüzyılında hedeflerimize ulaşmak istiyorsak, yapmamız gerekenler çok açık ve nettir: Toplumun olanaklara erişemeyen kesimlerinin önünü açan kurumlarımızı oluşturmak, olgunlaştırmak ve çoğaltmak zorundayız. Kurumlarımızda kararlar üretirken siyasi ve ekonomik katılımın tabanını genişleten yapılar, işlevler ve kültür oluşturmalıyız. Mülkiyet haklarını güvence altına alan, ticarette eşdeğerlilik ilkelerini uygulayan ve insanların birbirini aldatmasına imkan vermeyen sistemleri işler hale getirmeliyiz.
Geniş katılım, kitle desteği gibi güç yapılanmalarının uzun soluklu sağlıklı gelişmenin gerek şartı olduğunu içselleştirmeliyiz. Bireyi yatırım yapmaya, işinde hünere erişmeye, giderek yaratıcı yenilikle gelişmeyi sürüklemeye ikna edecek ortam ve iklim oluşturmalıyız. Fikri ve sinai mülkiyeti koruyan, serbest ve adil piyasada “şans eşitliği” yaratarak girişimcileri haksız rekabetin olumsuz etkilerinden uzak tutmalıyız.
Kanun önünde herkesin eşit olduğu algısını toplumun derinliklerine yaymalı, güven ortamı oluşturma ve geliştirmeye özel önem vermeliyiz. Hukukun üstünlüğü ve bağımsız yargı mekanizmaları üzerinde en küçük bir kuşkunun gölgesini düşürmemeliyiz. Evrensel bir eğitim sistemi kurarak, erişilebilirliği de güven altına almalıyız.
Zenginliğin küçük azınlıklara yoğunlaşmasının önüne geçerek eşitsizlikle kararlı bir mücadelenin gereklerini yerine getirmeliyiz.
İnsanın kas gücünün değil, zihin gücünün uzantısı olan yeni teknolojilerin yaratacağı yeni bilgi ağlarının oluşturacağı yeni yapı, işlev ve kültürlerin etkilerini öngören gelişme stratejileri kurgulamalıyız.
Hepimizin yaşamına olumlu yönde önemli katkıları olan Cumhuriyet yönetimi ilkelerini ve kurumlarını daha ileriye götürmek için çabalamalıyız.