Cumhuriyetçilik meselesine dair

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Kemalizm’in en parlak günlerinde bile farkında olmuş olması gereken basit bir eksiğin, batılı kurumlar uyarlanırken beraberinde gelmesi gereken düşünce idaresi diyagramı eksikliğinin peşinde koştuğunu varsaymak mümkündür. Bakın mümkündür diyorum. Akademik bir ciddiyetle söylersek Kadro Dergisi biraz da budur. Bunun dışında Türk cumhuriyetçilerinin –kendi kültürlerine yabancı olan- batılı kurumları toptancı bir şekilde benimsediği fikri hem gerçeğin saptırılması hem de olayın basite indirgenmesidir. Hatta o derece yanlıştır ki bu kadar köşeli bir iddiayı kanıtsız dile getirmeye kalkanlar Osmanlı’nın Batılılaşma ve modernleşmede önemli bir noktaya kadar gelmiş olduğunu unutturmak zorunda kalmışlardır ve tutunacak dalları yoktur.

Konunun karikatürize hale gelmiş propagandası şöyle yapılmaktadır: “İslamcılık bu yönde zaten ilerleyecekti, Kemalizm olgusu tarihin normal akışını değiştirdi.” Doğrudur, kurumlar hem cisimleşmiş fikirler hem de indirgenmiş halleriyle birer “oyun” (oyun teorisi anlamında) olarak kavramsallaştırılabilir. Kant'ın, hem “fikirler ancak kurumlara dönüşüyorsa gerçekliklerinden bahsedilebilir” şeklindeki gerçekçi yaklaşımı hem de fikirlerin doğruluğunu ‘çözümleme iddiasında olduğu kurumlarla ilişkisi’ üzerinden ölçen gerçekçiliği test edici yaklaşımı cetvel olarak kullanılırsa Türk aydınlanmasında fazlalık da eksiklik de bulunabilir. Kurumların üretimlerine ilişkin bilginin ve entelektüel cisimleşmelerine ilişkin diyagramın eksik olduğunu iddia etmek de bir dereceye kadar meşrudur. Cumhuriyet kurumları ilk halleriyle en üst düzeyde olması gereken özgünlükten yoksundur denirse olabilir, konu tartışılabilir. Denilebilir ki Kemalizm ne cumhuriyetçi kurumların tasarımını mümkün kılan eklemlenmiş bilgiyi yeniden cisimleştirmiş, ne de –bir tür şematik Foucault'cu episteme kümesi gibi- bu fikirlere içkin eleştirelliği tamamen devralmıştır. Fazla akademik kalır ama bir makalede kullanılırsa Kant’ın testini sınıyor diyebiliriz.

Bir adım ötesi masaldır. Şu kadarı makuldür: Cumhuriyet kurumları oldukça “gerçekti”, yani bu toprakların ethosuna içkindi ve cumhuriyetçilik de pek çok kişinin aklen ve gönülden bağlı olduğu hakiki bir siyasi inançtı. Ancak tüm bu proje, cumhuriyetçiliğin ilk olarak batıda yola çıktığında olduğu gibi kendi eleştirelliğini üretebilecek düzeyde bir özgünlük taşımıyordu.

Taşımıyordu ama hiç hafife almamak lazım. İslamcılar hafife almıyor ama “solcu” olduğunu sana veya iddia eden yüzlerce, belki binlerce komik şahıs var. Üstelik bunlar okur-yazar kategorisine dâhil ediliyor. Ne yazık ki oldukça geç bir dönemde eserlerini ortaya koymuş olan Ulus Baker, güzel bir dokunuşla meseleyi siyasi alanla siyasi akıl –söz konusu akıl gerekli araçlardan mahrum olsa dahi- arasında betimlenen bir karşıtlık olarak ortaya koymuştur. (Ulus Baker, Siyasal alanın oluşumu üzerine bir deneme, Ankara 2005, 104-108). Diğer taraftan Kantçı söylem zaman geçtikçe ve siyasi fırsatlar biriktikçe daha açık tepkiselliğe yönelen geçmiş yılların dindar muhafazakârlığının fazlasıyla banal bir tekrarına dayanak oluşturmak amacıyla suiistimal edilemez.

Örnek vereyim. Kont Leon Ostrorog daha 1927 yılında yapılanın tarihsel önemini açıkça kavramıştı. Her ne kadar Londra’da yaptığı aynı yıl basılan üç konuşmanın sonuncusunda Mustafa Kemal’in hukuki devriminin yenilenmiş, daha genç ve tasavvuru geniş bir İslam’a yol açabileceğini söylemiş olsa da bu konuşmalarda önemli saptamalar bulunuyor. Buradaki beklentisi ilk iki konuşmadaki izleğin devamıdır. İkinci konuşmada Türk ve Arap psikolojilerinin farkından bahseden Ostrorog 1908 sonrası geldiği Osmanlı İmparatorluğu’nda devlete hukuk danışmanlığı yapmış olduğu için şer’i hukuk ve modern hukukun yan yana var olmasının yarattığı güçlükleri biliyordu ama bir imkân olarak yorumladığı tartışma perspektifi üzerine düşünmüştü. Açıkçası 1927’de İslam’ın içinde bir fıkıh tartışması bekliyor olabilirdi çünkü Reform ona göre ancak içeriden yapılabilirdi. Yine de “return to an Islam of younger and broader views” and the conception of Islam uncontaminated by the “subtlety of scholastic logicians” ifadeleri İslam hukukunda reformun teolojik bir tartışma sonunda gelmeyeceğini düşündüğüne de işaret ediyor (Ostrorog, 1927: 97–98). Paulina Dominik Ostrorog’un sonuç beklentisinin derhal yanlış çıktığını belirtiyorsa da daha önceki yorumlarının –o dönemde Osmanlı’yı 20 yıldır tanıyor olduğu ve üç konuşmayı yaptığı dönemde Londra’da İslam Kamu Hukuku dersi verdiği düşünülürse- yabana atılamayacağını savunuyor. Dominik (2017: 12-14), « Pour la réforme de la justice ottomane: Count Leon Walerian Ostroróg » (1867–1932) and His Activities in the Final Decades of the Ottoman Empire, Slavia Meridionalis 17.

Bilindiği gibi 1928’de devletin dini İslam’dır ibaresi anayasadan çıkarılmış ve inkılap Ostrorog’un düşündüğünden çok daha farklı ve radikal bir yöne gitmişti. Ostrorog 1927’de gelinen noktayı “Doğu tarihinin son 14 yüzyıldaki en önemli olaylarından biri” olarak tanımlamıştır. Bu, kritik bir saptamadır. Hukukçu olduğu için konuyu net biçimde incelemiş, işin içine çeşitli sosyolojik tezler katarak olan biteni burjuvalara, feodallere, kimliklere, milliyetçiliklere indirgememiş, tam tersine kapsamlı ve İslam dünyasında benzeri olmayan bir devrim olarak görmüştür. Gerçekten de hukuk eğitimi sosyal bilimlerin temelidir dense yeridir.

Tüm yazılarını göster