Cumhuriyet ve özgürlük

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Cumhuriyet kendisinin üzerinde yer aldığını iddia eden hiçbir iradeyi tanımaz. Roma hukuku, Common Law ve cumhuriyetçi kurama göre böyle birisi varsa herkes köledir. Justinian Kodu ile başlayabiliriz. Digest of Roman Law başlangıçta köle (servi) ve özgür insan (liberi) ayrımını yaparak bu kategorileri tanımlar. Digest 1.5.3 insanın hukuken ya özgür ya da köle olduğunu bildirir. Digest 1.6.4 köle olmanın kendi iradesine (potestas) sahip olmamak, başkasının iradesine tabi olmak olduğunu söyler. Açıkça eklemek gerekir ki Digest köleliğin doğal bir durum olmadığını, insan eliyle sonradan oluşturulduğunu bildirir; fakat köleliği kabul eder ve hukuki bir kategori olarak özenle tanımlar. Amerikan devriminin kölelik tartışmalarında da benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Digest, Common Law’a –Bracton’dan beri- kelimesi kelimesine geçmiş olduğu için, okumuş olanları genelde hukukçu olan ve bu açıdan da ortak bir kültürü ve hukuk-siyaset felsefesi dilini paylaşan “kurucu babalar” Digest-cum-Common Law prensibini verbatim tekrarlarlar. Bununla birlikte iş pratiğe gelince durum değişecek, köleliği kaldırmak o kadar kolay olmayacak, hatta köleliğe karşı harekete geçen kurucular bile bir noktada, isteyerek veya istemeyerek, geri çekilip konuyu olayların akışına bırakacaklardır. Ancak Digest kölelere karşı keyfi biçimde kötü davranmayı sert biçimde cezalandıracağını örneklerle bildirmekten de geri durmaz. 


Köleler, libertas sahibi –cumhuriyetçi veya neo-Roman siyasi teoride siyasi bir kavram olarak- değillerdir çünkü bir efendinin arbitrium’una (keyfi irade) bağlıdırlar. Yani özgür iradeleri olmadığı için toplumsal ve siyasi bir varlık oluşturmazlar. Devam edersek cumhuriyetçi teoriye göre bir toplumda, cemaatte veya birliktelikte arbitrium’un sadece varlığı bile o ortamdaki herkesin libertas’ını alır ve herkes köle durumuna düşer. Örneğin Lena Halldenius, Locke’a göre arbitrium’un potansiyel olmasının bile –illa fiiliyata geçmesi gerekmez- insanları köle durumuna düşürmeye yettiğini iddia ediyor. Bu iddia Amerikan Devrimi sırasında defalarca tekrarlanmıştır. 

Hobbes, siyaset felsefesine ilk adımlarını attığı anda, keyfi bir monarkın, bu keyfi iradeyi (arbitrium) fiilen kullanmasa dahi, bu tür bir iradenin hukuki olarak tanımlanmışlığından dolayı yurttaşların tümünün köle durumuna düştüğü iddiasıyla –cumhuriyetçi tez- karşı karşıya kalmıştır. Bu iddia ve tez son derece radikal bir cumhuriyetçilik vaaz etmektedir; ancak Hobbes ilk siyasi eseri olan Elements’ı 1639’da yayınladığı ve İngiltere’de iç savaş ve Cromwell devrimine giden süreç tam da o anda başlamak üzere olduğu için söz konusu radikallik doğaldır. 

Cumhuriyetçi tezin ilk nüvesi, paradoksal biçimde, Digest’tedir çünkü özgür insan-köle çiftinin dışında bir ara kategori tanımlamamaktadır. İngiliz hukuku, çok erken bir tarihte, daha baştan, Roma hukukunu miras alarak yola çıktığı için bu ayrımı da devralmıştır. Maitland and Montague (2005 (1915): 43-45) Norman istilası sonrası 11. Yüzyılda Roma hukukunun İngiliz hukukuna hızla girdiğini anlatıyor. Keza Maitland, Gierke (1922 içinde, XIII), Almanya’da üniversite bile yok iken Oxford ve Cambridge’de Roma hukuku okutulduğunu yazıyor. Nitekim Skinner’a göre Bracton köleliğin –ki Digest’e göre de yeni oluşmakta olan Common Law’a göre de doğal değildir- bir kaynağının da vassalage (feodal bağımlılık ilişkisi) olduğunu söyleyerek Roma döneminde olmayan yeni durumu hukuka dâhil eder. 

Skinner (2006: XII) Bracton’dan şu alıntıyı yapıyor: “[villanus] quodam servitio sit astrictus.” Kendisini sadece gönüllü olarak vassalage ilişkisine sokarak bir lordun hizmetine giren özgür kişi dahi özgürlüğünü “bir dereceye kadar yitirir”. Bracton’un alıntı yapılan cümlesi bunu söylüyor. Ayrıca Bracton (1640), De legibus et consuetudinibus Angliae 1.6.1 fo. 4v: “Est autem prima divisio personarum haec & brevissima quod omnes homines aut liberi sunt, aut servi.” İnsan ya köledir ya özgürdür. Bracton’un kölelerin tamamen lortların mülkiyeti olmadıkları ve Roma hukukunda aşırı kötü davranılan kölelerin satılması gerektiği tezini benimsediği görüşü için: Vinogradoff (1909: 67). Toplumun çıkarı için Roma hukuku bu noktada özel mülkiyete müdahale edebiliyordu. Villain –villanus- öncesi toprağa bağlı köylü –ön serf denebilir- olan ceorl mahkemelerde hakkını savunabildiği için –köle olmadığı açık- Bracton’un Roma hukukunu İngiliz geleneğiyle bağdaştırması o kadar zor olmamalı. Fakat Vinogradoff, Glanvill ve Bracton’un bu görüşün tam tersini savunduğunu da iddia ediyor: Servus, nativus, villanus aynıdır ve lort onları istediği gibi satabilir. Sadece emeklerine değil vücutlarına da tasarruf edebilir: Vinogradoff (1892: 44-45). 

Magna Carta’nın Latince orijinalinde liberis hominibus/liberi hominis sözcükleri 4 kez geçmektedir ve metin oldukça kısadır. Magna Carta Libertatum (1215): Özgürlüklerin Büyük Bildirgesi –veya Haritası. Böylece ilk defa bir krala bazı hukuki zorunluluklara uyması gerektiği ve yasaların kralı da bağladığı kabul ettirilmiş oldu. Magna Carta İngiliz hukukunda uzun süre kaldı, Common Law ondan etkilendi ve Magna Carta’nın yasalarda orijinal haliyle kalmış olan son hükümleri ancak 19. yüzyılda elendi. İngiliz hukukunda 600 yıllık doğrudan etkisi bulunuyor ve ABD Anayasası’nı da etkilediği kabul ediliyor. Beşinci kez geçtiği yerde liberi kelimesi ölenin (özgür insan) çocukları anlamındadır. İlk defa gelir vergisi çıkaran John vergilerin sabit kalması yönündeki geleneği feodal örfü manipüle ederek çiğnedi. Savaşlara katılmak istemeyen lortların üst lorda ödediği vergiyi de defalarca artıran kral bu yolla askeri harcamaları karşılamaya çalıştı. Amacı Fransa’da kaybettiği toprakları geri almaktı. 15 Haziran 1215’te John “Baronlar Bildirgesine” imza attı. 19 Haziran 1215’te baronlar krala bağlılık yeminlerini tazelediler. 15 Haziran’da yazılan doküman yerel idarelere ve kiliselere dağıtıldı. Orijinal Magna Carta budur. 61. Madde 25 barondan oluşan bir konseyin gerekirse kralı azil edebileceğini ve zor kullanarak kraliyet arazi ve mülklerine el koyabileceğini hükme bağladı. Eski bir feodal geleneğin canlandırılarak ilk defa bir krala uygulanması demek olan bu hüküm çok önemlidir. Bu madde kralın gücünü ortadan kaldırıyor ve aslında kralı bir dekoratif unsur haline getiriyordu. Kral John, baronlar Londra’dan askerleriyle birlikte gider gitmez yeminini reddetti ve böylece Birinci Baronlar Savaşı başladı. 

13. Yüzyıl boyunca orijinal metin üzerinde değişiklikler yapılmıştır. 1297’de Kral Edward I (Edward Longshanks) son değişikliği yaparak 1225 yılının metnini kabul etti; başka değişiklik olmadı. Aslında 1100 tarihli ve Henry I tarafından çıkarılmış Özgürlükler Bildirgesinin Magna Carta’nın verbatim büyük bölümü olduğu görülüyor. 1100 tarihinde bu bildirge sadece kilise ve soylulukla sınırlı hakları tanıyordu. Magna Carta’yı krala baronlar kabul ettirdi; fakat Bildirge baronlar ve diğer hür vatandaşlar kadar hür olmayan İngilizleri de kapsıyor ve kanunsuz hapse atılmaya karşı itiraz hakkını getiriyordu. Demokrasinin aristokratik kökeni hakkında belirgin bir gösterge sayılıyor. “Demokrasinin Magna Carta teorisi” olarak adlandırılabilecek tez demokrasinin aristokrasinin haklarının adım adım sıradan halka (commoners) genişletilmesi yoluyla geliştiğini savunur. 

Dönemin klasik cumhuriyetçi teoriyi savunan eserlerinde de aynı tez tekrar edilmektedir. Ancak Skinner dönemin yegâne cumhuriyetçi tezinin bu tez olmadığını da ifade ediyor. Yani köle/özgür insan ayrımından kalkarak keyfi biçimde iradesini dayatan –hatta fiilen etmese de potansiyel olarak bu güce sahip olan- bir monarkın varlığının herkesi köle durumuna düşürdüğü tezi cumhuriyetçilerin tek tezi değildir. Nedeni açıktır; bu tez negatif bir tezdir. Köleliğe hayır demekle cumhuriyetçi özgürlük tezinin içi doldurulmuş olmaz. Keza Skinner aynı yerde söz konusu negatif tezin ilk defa 1640’larda ortaya çıkmadığını, 16. Yüzyılın başlarında da kullanılmış olduğunu ifade eder. 

Hobbes'un geometriyi matematiğin kendisi, matematiği de bilimin temel modeli olarak görmesi siyaset felsefesinde tipik bir Aydınlanma projesi kurgulayacağının habercisidir. Tipiktir ve Erken Aydınlanmaya dâhil edilmelidir çünkü aslında tek bir eser olan –ama vurgularda farklılık var- Elements, De Cive ve Leviathan iki genel ton taşır. Birincisi, Hobbes siyaset (politiques) veya “sivil felsefe” dediği siyaset felsefesini siyasetin bilimi olarak kurgular. Siyaset bilimi denince aynen doğa bilimi gibidir ve yasaları vardır; sadece bir taklit, mimetik bir uğrak olarak insan tarafından yaratılmış olan bir suni evrende geçer; Leviathan’ın alanı doğal değildir. Fakat doğa bilimlerinden farksız biçimde yasaları vardır ve bilimi yapılabilir. Üstelik siyasetin bilimi doğa bilimlerinin –zamanındaki terimle doğal felsefenin- yöntemleriyle yapılabilir ve yapılmalıdır. Hobbes da zaten hareket-devinim-vücut (kitle) gibi kavramlardan yola çıkarak bir özgürlük ve doğal haklar tanımı verecektir. İkincisi, Hobbes tanımlara veya siyaset felsefesi/siyaset biliminin gramerine büyük önem verecektir. 

Siyaset felsefesinin doğada bir karşılığı yoktur; tamamen kurmacadır ve kelimelerde yaşamaktadır. Hobbes’un aşikâr nominalizmi ayrıca, herkes bu dili konuşabilirse ve akılcılık hâkim olabilirse, siyasi çekişmelerin ve savaşın olmayacağı bir denge halinin ortaya çıkabileceğini de söylemektedir. Bu son tez çok önemlidir ve Hobbes ‘un insanın doğal durumdaki haline, sosyal kontrata girerek Common-Wealth üyesi olduktan sonra dahi aynı çıkarcı özü Mortall God’un hâkimiyet alanına taşıdığı iddiasıyla çelişmek durumundadır.

Tüm yazılarını göster