✓ 1923, tam 101 yıl önce... Otomobille, onu da bulabilirseniz Ankara'dan İstanbul'a üç tam günde ancak gidebiliyorsunuz. Ankara'dan Erzurum'a gitmek 19-20 günü buluyor.
✓Tarımda çalışacak erkek yok, savaşlarda şehit düşmüşler.
✓Aradan üç yıl geçiyor, 1926; vizyona bakın ki Kayseri'de tayyare fabrikası için adım atılıyor.
✓Aradan dört yıl daha geçiyor, 1930; kadınlara seçme ve seçilme hakkı veriliyor.
Bazen yarım yüzyıl öncesine dönüyor ve çocukluğumu düşünüyorum, daha çok da böyle özel günlerde. İç Anadolu’da bir kent... Bugün yaşananlarla o günleri kıyaslayınca üzülmemek elde değil. Ama üzüntüm o dönem yaşadıklarım için değil, bugün için...
Cumhuriyet kuruldu kurulalı bunu içine sindiremeyen, kabullenemeyen bir kesim hep olagelmiştir. Anlaşılması zor olan, hayatın olağan akışına ters düşen, bu kesimlerin artış gösteriyor olmasıdır.
Toplum, tepeden bir takım aykırı mesajlar verilmedikçe, bazı duygular siyaseten kullanılmadıkça böylesine radikal dönüşümlere yönelmez. Otuz yıl, kırk yıl önce Cumhuriyeti baş tacı eden toplumun bir kesimi, giderek Cumhuriyete burun kıvırma durumuna geliyorsa bu kendiliğinden olmuyordur.
O toplum eksik bilgilendiriliyor, yanlış bilgilendiriliyor ve kasıtlı olarak yanlış yönlendiriliyordur.
Toplumun küçük bir kesiminde eskiden beri zaten var olan, verilen örtülü mesajlarla da adeta daha da pekişmesi için gayret gösterilen “Ne var bunda yani, Cumhuriyet o kadar da önemli mi, hele hele 101’inci yıla ulaşılması” düşüncesi son yıllarda giderek daha çok taraftar buluyor.
Birileri herhalde sanıyor ki Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk bu ülkeyi güle oynaya kurdu; zaten cephe bile görmemiş, İstanbul dışına hiç çıkmamış bir Osmanlı paşasıydı! Adeta bir eli yağda, bir eli baldaydı. Yıktı Osmanlıyı, işgüzarlık edip Türkiye Cumhuriyetini kurdu!
Atatürk’ün Osmanlı İmparatorluğunu yıkıp Türkiye Cumhuriyetini kurduğunu düşünenlere küçük bir hatırlatma:
“Bir Osmanlı paşası, koskoca(!) imparatorluğu yıkıyorsa, demek ki o imparatorluk artık koskoca değildi. Sakın o imparatorluk zaten yıkılmaya yüz tutmuş, hatta yıkılmıştı da elde kalan bir avuç Anadolu toprağı da tümüyle kaybedilmek üzereyken bunları geri alıp bir ülke yaratan Atatürk olmasın!”
Cumhuriyete burun kıvıranların çoğu gerçeği bilmiyor ve bunlar için cehalet deyip geçilebilir. Üzüntü veren, gerçeğin böyle olmadığını bildiği halde Cumhuriyeti önemsiz göstermeye kalkışanlardır.
Daha acı olan ise bunu yapanlar sahip oldukları koltuklarda Atatürk ve silah arkadaşları sayesinde oturmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kurana kadar nasıl büyük zorluklar atlattığını, nasıl büyük askeri zaferlere imza attığını zaten biliyoruz. O zaferler geride kaldığında ülke ne haldeydi dersiniz... Yanmış, yıkılmış, neredeyse tüm varlıklarını kaybetmiş; yoksul bir toprak parçası. Elde avuçta hiçbir şey yok. Yıkılmış Osmanlının borçları da ayrı bir yük. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlının borçlarını üstlenmeyebilirdi de, Atatürk bunu da yapmamıştır.
Dedim ya, “Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti kurulmasaydı zaten yıkılmayacaktı” gibi tuhaf görüşler ileri sürenler çıkıyor. En iyisi onlara Sevr ile çizilen haritaya bakmalarını önermek gerek. Görmek ve bilmek isterlerse tabii ki...
Yıl 1923; Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye acaba ne durumdaydı?
Nelere sahiptik; yolumuz, okulumuz, okuyup yazma bilenimiz, doktorumuz var mıydı, varsa ne kadardı?
Birkaç örnek herhalde ne durumda olduğumuzu somut olarak ortaya koyacaktır.
1923’lerde İstanbul’dan Ankara’ya otomobille (o da tabii ki bulunabilirse) ancak 75-80 saatte gidilebiliyordu.
Yani üç tam günde!
Bazı kaynaklara göre iki mebus Ankara’dan Erzurum’a 19 günde gidebilmişlerdi, evet 19 günde!
Bildiğimiz anlamda karayolu yoktu, demiryolu azdı ve zaten bizim değildi. Yani ulaşım anlamında müthiş bir zafiyet söz konusuydu.
Sorun yalnızca ulaşımda değildi ki... Türkiye nüfus kaybediyordu. 1914-1915'lerde 16 milyonun üstünde olan nüfus, aradan on yıla yakın zaman geçtiğinde artmak bir yana 13 milyon dolayına inmişti.
Üstelik bu azalma, genç ve erkek nüfustaydı. Bunun sebebi tabii ki savaşlardı.
İnsan gücü yönüyle büyük bir zafiyet yaşayan Türkiye, ekonomik varlıklar yönüyle de büyük sıkıntı çekiyordu. Genç ve erkek nüfustaki azalma tarım alanlarının işlenmesinde de sorun yaratmaya başlamıştı. Tarımda kadınlar çalışıyordu. 1914-1915’lerden sonraki on-on iki yıl içinde nüfusla birlikte ekili tarım alanları ve hayvan sayısı da yarıdan fazla azalmıştı.
Türk toplumunda bir kesim, inanılmaz ve mantık dışı bir şekilde, yaşadığı ülkenin kurucu değerleri ve Türkiye Cumhuriyeti ile kavgalı hale geldi, getirildi.
Son yıllarda hep Türkiye’nin uzun yıllar boyunca adeta hiçbir şey yapmadığı anlatıldı, ileri sürüldü, bu görüş topluma empoze edildi. Toplum bunları “satın aldıkça”, daha fazlası söylendi.
Cumhuriyetin kuruluşundan yıllar yıllar sonra Onuncu Yıl Marşındaki “Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan” dizesiyle bile “kavga” edilmedi mi?
Tabii ki üretim giderek arttı, tabii ki üretim çeşitlendirildi; ama bu demek değil ki her şey son yıllarda üretilir oldu.
Oysa Türkiye yarım asırdır, hatta daha öncesinden itibaren buzdolabı da üretiyor, diğer beyaz eşyaları da, yine yarım asır önce otomobil üretme girişimi de olmuş, hem de bunda başarı da sağlanmıştı ama onlar adeta yok hükmünde gösterilmek isteniyor. Ne yapılmışsa son yıllarda yapılmış! Sorsanız Türkiye Cumhuriyetinin seksen yılı sanki yok!
Acaba öyle mi? Hiç öyle olabilir mi?
Kayseri’de Tayyare Fabrikası ya da Hava İkmal denilen bir bölge vardır. Çünkü orada Tayyare Fabrikası ve küçük pist vardır ya da vardı. Bu fabrikanın temelleri ne zaman atılmıştır biliyor musunuz, 1926’da; daha Cumhuriyetin üçüncü yılında...
Türkiye’nin bu uçak fabrikasını kurma girişimi 1925 yılında bir Alman firmasıyla imzalanan anlaşmayla sonuçlandı. Anlaşmaya göre firma fabrikayı 1926 yılında onarım yapabilecek hale getirecek, bir yıl sonra 1927’de de uçak fabrikasına başlanacaktı. Tesis 1926 yılının ekim ayında, Cumhuriyetin ilanından üç yıl sonra açıldı. Ancak Alman firmasının iflası yüzünden uçak imalatı çabaları sonuçsuz kaldı. Ne var ki Kayseri’de o bölge hala Tayyare Fabrikası ya da Hava İkmal olarak anılır ve dediğim gibi küçük bir piste sahiptir.
Peki bu fabrika ne zaman ve hangi iktidar döneminde tümüyle kapatılmıştır, bu pek konuşulsun istenmez. Bu fabrikanın kapısına 1952 yılında kilit vurulmuştur.
Türkiye’nin uçak imal etme girişimi Kayseri’deki bu fabrikayla sınırlı değildir. Eskişehir’de de uçak imal edilmiş ve bu uçağın motor ve pervane dışındaki tüm parçaları Kayseri ve Eskişehir fabrikalarında üretilmiştir.
Uçak fabrikası örneğini özellikle veriyorum. Atatürk ve arkadaşları Türkiye’nin kalkınması için öylesine yoğun bir çaba içine girmişti ki, çıtanın o dönem için en yükseğe konulması tercih edilmişti. Yalnızca uçak fabrikası değil, otomobil üretimi için de bir dizi görüşme gerçekleştirilmiş, bir dizi girişimde bulunulmuştu.
Ekonomide yapılanlar, sıraladıklarımın kat be kat üstünde tabii ki. Bunlar yalnızca çarpıcı birkaç örnek.
Aslında ülke öylesine sıkıntı içindedir ki, Atatürk ve arkadaşları nereye el atacaklarını adeta bilemez hale gelmiştir.
Ama her alana, her soruna da el atmışlardır...
Hem de öyle ki Avrupa’ya örnek olacak boyutta el atmışlardır...
“Medeni” Avrupa, kadınlara seçme ve seçilme hakkını bizden çok sonra verebilmiş örneğin.
Bundan büyük bir adım olabilir mi...
Yeri gelmişken vurgulamakta da yarar var.
Kendilerine seçme ve seçilme hakkı verilen kadınların (tabii ki bazılarının), bu hak sayesinde belli mevkilere geldikten sonra tutup kendilerine bu hakkı tanıyan Atatürk hakkında ileri geri konuşabilmeleri ancak nankörlük olarak nitelenebilir.
Ulu Önder Atatürk’ün “bir eli yağda, bir eli balda” kurduğu ya da kendisine “gümüş tepsi içinde sunulan” Cumhuriyetten sonra gerçekleştirdiği reformları özetlemeye çalıştım.
Bu yapılanlara bir bakın, biraz düşünün ve bir daha bakın! Atatürk’ün bırakın kazandığı savaşları, bırakın kurtardığı toprakları ve vatanı, bu yaptıklarının bile büyük bir saygıyı ve minneti gerektirdiği çok açık...