Halklar artık hızla sağ popülizmlere mi kayıyor? Havass tarafından üretilen tezler, yazılan kitaplar, “büyük anlatılar” artık avamın hiç ilgisini çekmiyor mu? Dünyayı eşitlikçi, özgürlükçü, sınıf farklarının ortadan kaldırıldığı, rekabete değil işbirliğine dayalı bir dünya yapma arzusuna ne oldu? Bu tezlerin zamanında da uygulanabilir, yapılabilir olduğunu söylemiyorum. Muhtemelen gerçekçi olmayan iddialar aydınlanmanın yarattığı iyimser hava içinde iç tutarlılıklarına pek bakılmaksızın ortalığı kaplayıvermişti. Yine de bir iz bırakmaları gerekmez miydi? Tarihsel olarak kapanan döngünün ortaya koyduğu tezlerin, yani Avrupa işçi hareketinin sosyalist entelektüellerle az bulunur bir konjonktürde buluşmasının sonucu olan tahayyüllerin zamanında bile sağlam temelleri yok muydu? Aydınlanmanın insan doğasına ilişkin iyimserliği çok yakın tarihlidir. En fazla 200 senelik bir hayalden mi bahsediyoruz? Birkaç yılda dağılıveren, hatta bazen birkaç günde buharlaşan fikirler maddileşememiş demektir. Aydınlanmanın tetiklediği sol dalga tamamen bitti mi?
En ‘centilmen’ devrime bir kez daha bakalım: ABD. Teknik olarak, devrim 18 Nisan 1775’te Britanya ordusunun 800 kişilik bir birliği Samuel Adams ve John Hancock’u tutuklamak için Boston’dan çıkıp Massachusetts kırsalına yürüdüğünde başlamıştı. Çatışma haberi geldiğinde New York’ta yeni kurulan Sons of Liberty Hudson nehrinin doğu rıhtımında Boston’a gidecek İngiliz gemilerini engellemeye çalışmış ve ardından şehrin cephaneliğini yağmalayarak silahlanmıştı. Gönüllü milisler bir gecede New York’ta ve diğer kolonilerde örgütlendiler. New York’ta Kings College –bugünkü Columbia Üniversitesi- öğrencileri sabahları ders öncesi talim yapmaya başlamışlardı bile. Ancak Sons of Liberty gerek bağımsızlık konusundaki tavizsizliği gerekse işçi sınıfı kökenine dayanan militan ve lider kadrosu –Alexander McDougall ve Isaac Sears- nedeniyle tüm milliyetçiler tarafından onaylanmayan ve korku yayabilen bir hareketti. Amerikan devriminin çoğu liderinin “ayak takımının aşırılıkları” konusunda hayli duyarlı olduğunu ifade etmek gerekir. Sears’ın “sokakların kralı” takma ismine rağmen Batı Hint adaları ticaretinden ve Fransızlarla ve Kızılderililerle yapılan savaştan küçük bir servet edinerek döndüğü ifade ediliyor. Sons of Liberty sadece New York’ta örgütlü değildi, hatta esas olarak Massachusetts’te güçlüydü. George Washington’dan sonra ABD’nin ikinci başkanı olacak John Adams’ın –ki oğlu John Quincy Adams da ABD’nin altıncı başkanı olmuştur- kuzeni, 1780’e kadar etkili isim Samuel Adams Boston’da bu örgütü destekliyordu. Gerçi John Adams çok önceden de halkın gerçek erdemden uzak halinin farkındaydı. 1758 yılında günlüğüne yazdıkları bunu açıkça gösteriyor.
Keza Alexander Hamilton New York’ta İngiltere taraftarlarının evlerine yapılan saldırıları bizzat durdurmak zorunda kalmamış mıydı? Tartışmalı bir kişilik olan Hamilton, Amerikan anayasasının yapıldığı Philadelphia Anayasa Konvansiyonu sırasında (1787) 33 yaşında genç ve parlak bir siyasetçi idi. Ayrıca Anayasa metnine son şeklini veren iki kalemden birisiydi. James Madison ve Thomas Jefferson ile beraber “kurucu babalar” arasında en ilginç karakterlerden birisi sayılmalı. Nitekim Amerikan devriminin klasik anlatılarında iki kutup olarak Hamilton ve Jefferson gösterilir. Detaylı okuyunca devrimin –ki sadece bir bağımsızlık savaşı değil önemli bir devrimdir- aristokrasinin olmadığı, ama halkın da henüz temsile katılmadığı bir siyasi ortamda, halkı temsil ettikleri varsayılan eğitimli veya toprak sahibi centilmenler arasındaki bir forum havasında geçtiği izlenimini edinmemek güçtür.
Bağımsızlığını kazanmış Amerikan kolonilerinde yönetici, ne kadar yetkisi olursa olsun, kral olamazdı. Öte yandan kralsız bir demokrasi haliyle tiranlığa sapmaz mıydı? Savaşlarda subayların hedef alınmasının centilmenliğe aykırı bulunduğu bir dünyada kralsız bir demokrasi sadece kadim bir Yunan (Elen) fantazyası olarak görülmüyor muydu? Subaylar vurulursa orduyu oluşturan avamı kim yönetecek, “kara kalabalığın” (ayaktakımı; hoi polloi) yağmaya ve hukuksuzluğa sapmasının önüne kim geçecekti? Daha 6. Yüzyılda Papa Gregory the Great –Gregorio Magno; Gregorius I; Gregor der Große; Grégoire le Grand- sayıca artmakta ama hızla niteliksizleşmekte olan ve artık klasik Latinceyle seslenilemeyecek haldeki heterojen bir Hristiyan avama –simplicissima plebecula- hitap edebilmenin yollarını aramıyor muydu? Amerikan devrimini yapan centilmenler elbette sadece Hobbes ve Locke’u, Bayle ve Spinoza’yı, Hume ve Smith’i, Hutcheson, Ferguson ve Mandeville’i, Pufendorf, Grotius ve Stair’i değil, kadim Yunan felsefesinin ışıklı beyinlerini de okumuşlardı ve bu konuda filozofların kaygılarını gayet iyi biliyorlardı.
“Kurucu babalarda” devrimin en kritik uğraklarında, koloni halkının en büyük kahramanlıkları gösterdikleri zamanlarda bile genel bir –ikirciklilik değilse bile- ikili bakış mevcuttu. Bir taraftan halk bağımsızlığı hak ettiğini gösteriyordu; ama diğer taraftan hala korkulacak bir nesneydi. Bu “obje” devrimden sonra nasıl davranacaktı? Yerel demagogların peşinden koşabilir miydi? Ülke çapında etkili bir demagogun çıkabileceği düşünülmüyordu çünkü o düzlemde “centilmenler” vardı. Ama eyaletlerde durum öyle olmayabilirdi. Shays ve Whiskey isyanları bunu göstermiyor muydu? Bu durumu en iyi anlatanlardan birisi olan Richard Hofstadter bir klasik olan kitabının ilk bölümünde “kurucu babaların” kötümserliğe çalan realizmini çok iyi anlatır. Bolşevik Devrimi de benzer dilemmalarla karşılaşacak, Lenin devrimden beş yıl sonra 1922 yılında “komünistler okyanusta bir damladır” diyebilecekti. Üstelik ekleyecekti: “İdari pozisyonlardaki komünist tabakanın kültürü eksik”.
İnsanın, toplumun ve ekonominin kolay aşılamaz koyu gri tondaki gerçekleri her zaman intikam alarak geri dönerler. Dolayısıyla “halk”, “işçi sınıfı” veya “özgürlük”, “eşitlik” kavramlarının havada uçuştuğu dönemlerde bile insanın karanlık tarafına güvensizlik, devrimin sonuçlarını idari bir hiyerarşiye bağlayarak rutinleştirip güvence altına almak, gerekirse devrimi “halktan korumak” temaları da evrensel geçerlilik taşıyordu. Bu konuda Amerikan Devrimi ve Sovyetler Birliği tarihi arasında net –ama Sovyetler açısından daha dramatik sonuçlar veren- bir paralellik kurmak mümkün. Amerikan Devriminin “kurucu babaları” halkın erdemlerine ne kadar az inanıyorduysa Bolşevik liderler de o kadar az inanıyordu. Buna işçi sınıfının erdemleri de dâhildir. Esasen devrimcilerin karşı karşıya kaldıkları en önemli açmazların başında harekete geçirdikleri kalabalıkların devrimden sonra ne yapacakları ve devrime sadık kalırlarsa, nasıl becerikli kadrolar haline gelecekleri sorunu gelmektedir. Bu açmaz tüm devrimlerin genel açmazıdır. Belki de tarihsel devrimler bilinçli olarak hedefledikleriyle değil niyet etmedikleri, amaçlamadıkları sonuçlarıyla iz bıraktılar. Geçmişte en klasik devrimlerde bile “hoi polloi” devrimcileri de centilmenleri de ürkütmüştü. Bugün de “hoi polloi” centilmenleri, Avam Havassı ürkütebilir ama şaşırtmamalı; örneğin kimse Avrupa’daki seçim sonuçlarına bakıp ne oluyor dememeli.