Dış politika, ülkelerin çıkarları üzerine kurulmuştur. Bu çıkarların elde edilmesi için kimi zaman askeri güç/sert güç, kimi zaman ise ekonomi gibi, kültür gibi, eğitim gibi yumuşak güçler kullanılır.
İşin tersinden giden ülkeler de olur; Eğer bir ülkede hükümetin/yöneticilerin şahsi açıkları varsa, bunlar da karşı tarafça “negatif yumuşak güç” olarak kullanılır.
Dünyada yolsuzluğa batmış ülkeler ortada; en son Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani, yanına Afgan halkının milyonlarca dolarını da alıp ülkeden kaçmadı mı?
Farklı açıdan bakarsak; Yöneticileri hakkında hemen hemen hiç yolsuzluk, usulsüzlük iddiası olmayan, devletin parasıyla küçücük bir harcama-mesela bir uçak bileti- alan yöneticilerin derhal istifa edip, siyaseti bıraktığı, soruşturmaya uğradığı, hatta yargılandığı Kuzey Avrupa ülkelerine mesela, yolsuzluk iddiaları/ kötü yönetim üzerinden –hadi şantaj demeyelim- ülke politikalarına etki yapmak mümkün mü?
İddialar, davalar, soruşturmalar…
Türkiye öteden beri, vatandaşların vergilerinin nasıl harcandığı konusunda şeffaf olmamakla eleştirilen bir ülke. Ancak son dönemde iş –deyim yerindeyse- çığrından çıkmış durumda.
Tüm dünyadan Türkiye konusunda finansal dava, bankacılık soruşturması ya da rüşvet iddiaları ardarda gelmeye başladı.
ABD’de Türkiye’nin kamu bankalarından biri olan Halkbank hakkındaki dava sürüyor; Dava, rüşvet, yolsuzluk ve Amerika’nın İran yaptırımlarının delinmesi iddiaları üzerine kurulu.
New York’ta, bir diğer kamu bankası olan Ziraat Bankası’nın şubesi kapatıldı – Fed’in bankanın bazı işlemleri için soruşturma açtığına ilişkin iddialar dolaştı, ancak daha bu iddialar somuta dönüşmeden Ziraat Bankası’nın ABD’deki tek şubesi olan New York şubesi kapatıldı, bankanın bu ülkedeki operasyonuna apar topar son verildi. Ziraat Bankası’nın ABD’deki operasyonunu neden sonlandırdığına ilişkin kamuoyuna tatmin edici bir açıklama yapılmadı.-
Almanya’da Ziraat Bankası’nın Alman kanunlarına göre kurduğu bankası, halen bu ülkedeki banka denetleme kuruluşunun soruşturması altında. İddialar vahim; karşılığı olmayan yüklü kredilerden, şeffaf olmayan para transferi işlemlerine kadar ne ararsanız var.
Organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in Türkiye’deki rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili iddiaları artık sadece Türk kamuoyunda değil, diplomatik çevrelerde de en çok konuşulan konu haline gelmiş durumda. Ankara’daki pek çok yabancı büyükelçilik, en az bir diplomatını Peker’in iddialarının ne anlama geldiğini, iddialarda kimlerin adlarının geçtiğini, adları geçen kişilerin AK parti hükümeti ile yakınlıklarının ne olduğunu araştırıp, raporlamakla görevlendirmiş durumda.
Milli güvenlik sorunu
İddiaların ne kadarının doğru, ne kadarının yanlış olduğunu bir gazete köşe yazısında belirlemek elbette mümkün değil. Ancak işin sıkıntılı kısmı, tüm dünyada Türkiye’nin kamu bankaları, bürokratları, siyasetçileri töhmet altındayken, Türk yargısının bir türlü harekete geçmiyor olması. İddialar ortada durdukça da, bunlar Türkiye açısından bir imaj sorununa, bir “milli güvenlik sorununa” dönüşüyor.
İşin ilginç tarafı, AK Parti hükümetinin son dönemde dış politikada attığı bazı adımlar ile dünyadaki bu iddiaların da paralellik gösterdiğine ilişkin ortaya çıkan görüntü;
Mesela NATO ve ABD’nin Afganistan’dan çekildiği dönemde, AK Parti hükümetinin Kabil havaalanının güvenliğini ve işletmesini almak konusundaki ısrarını Türk kamuoyu anlayabilmiş değil. İktidar cephesi, “Türkiye’nin güvenliği Kabil’den başlar” gibi birkaç hamasi cümle dışında, ısrarın nedeni konusunda kamuoyuna tatminkar bir açıklama yapmadı. Oysa demokratik yönetim, bu gibi dış politika adımlarının neden atılması gerektiğinin halka anlatılmasını, daha da ötesi, halkın ikna edilmesini gerektirir. Bu olmayınca da, Türk hükümetinin sırf Halkbank davasının görülmekte olduğu ABD ile Afganistan üzerinden “iletişim kanalı bulmaya çalıştığı” iddiaları ortaya çıkar, yazılır/çizilir.
Bir başka konu, Afganistan’dan kaçacaklar için “güvenli ülke” –mülteci deposu olarak Batıda yeniden Türkiye’nin adının geçirilmeye başlanmış olmasıyla ilgili;
Ne ilginçtir ki, Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın Türkiye’ye Afganistan konusunu görüşmek üzere geldiği günlerde, Almanya’daki Ziraat Bankası’nın soruşturma altında olduğu, bankacılık faaliyetlerinde kısıtlamaya gidilebileceğine ilişkin iddialar ortaya çıktı. “Tesadüf” demek mümkün mü?
Ya da Sedat Peker konusu; Peker’in Doğu Akdeniz’den Libya’ya, Suriye’ye kadar, Türkiye’nin diplomatik alanda adeta bir savaş yaşadığı Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunması tesadüf mü?
Birleşik Arap Emirlikleri, yıllardır AK Parti hükümetine yakın duran medya organları tarafından – kimi zaman da bizzat AK Partili siyasetçilerce- “şeytan” ilan ediliyordu. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında bile BAE’nin bulunduğu iddiaları çokça dile getiriliyordu.
Ancak Ankara, Peker’e iddialarını dile getirmek için güvenli ortam sağlayan BAE ile birden bire “yakınlaşma” adımları atmaya başladı. BAE ile neden gerginlik yaşandığı, şimdi neden yumuşama adımları atıldığı konusunda da yine hükümetten tatminkar bir açıklama yok. Sedat Peker ise bu aralar epey sessiz.
Türkiye’nin dünyada giderek bozulan imajının düzeltilmesi için ise tek yol var; Türk yargısının üzerindeki ataletin kalkması.
Türk yargısı bir an önce harekete geçip, dünyada Türkiye’nin imajını yerle bir eden iddiaları enine boyuna araştırmazsa, bu cendere bizi sıkıştırmaya devam edecek…