İlkokula yürüyerek, ortaokula ve liseye tramvayla, üniversiteye de okul otobüsleriyle giderdim. Gençlik yıllarında Kadıköy’deki evimizden eğlenmek amacıyla arkadaşlarla her çıkışımızda hedefimiz bizim İstanbul dediğimiz Avrupa yakası olurdu. O zaman da Şehir Hatları vapurlarını kullanırdık. Özellikle sabah saatlerinde Şehir Hatları seferlerinde en yaygın manzara gazete okuyan yolculardı. Dikkat ederdim okurlar önce ilk sayfayı kartal bakışlarla tepeden tırnağa gözden geçirirler, sonra da gazeteyi çevirir eskiden son sayfa olan spor sayfalarına bakarlardı. Gazeteniz yoksa karşınızdaki kişi birinci sayfayı okurken son sayfadaki, son sayfayı okurken de birinci sayfadaki başlıkları bedavaya okurdunuz. Vakit geçer siz de malumattar olurdunuz.
Fakirhane Yeşilköy’de, yaşımız gereği hastaneler ve doktor muayenehaneleri arasında gidip geldiğim, onlarında çoğu İstanbul merkezde olduğu için bu yolculukları yeni toplu taşıma araçlarıyla yapıyorum. Orada Şehir Hatları vapurları anılarımın aksine şimdiye kadar gazete okuyan kimse görmedim. Allah’a şükür beş kişiden en az üçü cep telefonuna bakıyor. Onun için kim ne okuyor bilemiyorum. Gazete alıp okuyorum. Millet de bana garip garip bakıyor.
Bazen üç sayfaya ulaşan spor sayfalarının onda dokuzunu futbol haberleri oluşturuyor. Kim kimi transfer edecek? Kimler galibiyet yemini ettiler? golcü falankeş ne dedi falan gibi çoğu asparagas haberlerin yanı sıra göze batan haberler arasında çatışma haberleri başta geliyor. Çoğu kez neyin kavgasının yapıldığı anlatılmadan kim kime nasıl çamur attı? O ne dedi? Bu ne cevap verdi gibi çatışma haberleri var.
Kültürel özelliklerimizden olsa gerek biz çatışmaları bir değişik yönetiyoruz. Kol kırılır yen içinde kalır gibi vecizeler üretmiş toplumumuzun fertleri çatışmalarını ulu orta, kamu önünde yapmaktan hiç çekinmiyorlar. Adam harcamak en çabuk başvurulan çözümlerden. Hani padişaha “Sultanım o adamı keşke boğdurmasaydınız daha size hizmetleri dokunurdu” demişler o da “Biz Osmanlıyız bizde adam çoktur” demiş ya bizde çatışma yönetimi, eğer ortada yeteri yetki ve güç varsa çatışılan kişinin harcanması demektir. Kim uğraşacak çatışma yönetimiyle? Koy kapının önüne gitsin. Alt tarafı “Hizmetlerinden dolayı teşekkür eder kariyerinde başarılar dileriz” dersiniz oldubitti. Şimdi okuyorum Beşiktaş Teknik Direktörü Avcı ile yönetim kurulu çatışmış çünkü takımın lig performansı iyi değilmiş. Çözüm Avcı ile ‘yolları ayırmak’. Galatasaray Teknik Direktörü Terim “Arda’yı alın” demiş. Kulüp başkanı “Gerek yok” demiş. Terim ayıp oluyor ama gibi mesajlar atınca al sana çatışma. Çözüm kolay koy hocayı kapının önüne çatışma bitsin. Vallahi ben demiyorum. Sosyal medyada bunu öneren çok yazı okudum.
Dedim ya kültürel değerlerimizden kaynaklansa gerek bizde çatışma yönetimi demek çatışılanın eğer becerilebilirse harcanması demektir. Çatışmanın bitirilmesi için en etkin yol olan “Koy kapının önüne. Oldubitti” yolu elbette çatışmayı bitirir ama çatışma nedenlerini ortadan kaldırmadığı için pek bir haltada yaramaz. Barika’yı hakikat müsademeyi efkârdan doğar, yani hakikat şimşeği fikirlerin çarpışmasından doğar deyişi kültürümüze pek de yerleşmemiş olduğundan bizde çatışan fikirlerden güçsüzün fikriyle pek uğraşılmadığı gibi aksi fikir üretmek cüretindeki güçsüzün kafasının kırılması caiz görülür.
Futbol kulüpleri birer işletmedir. Bizim diğer işletmelerimizde de durum oralardan farklı değildir. Çatışma, daha doğrusu çatışma yönetimi demek eğer çatışma yönetilenle ilgiliyse yönetilenin kellesi demektir. Halbuki, işletmecilik kalemşorları yıllardır ‘conflict management yani çatışma yönetimi konusunda yazar, çizerler, işletme guruları da konuşur dururlar. Anlaşılan başat kültürümüz literatürün bu kısmını kale almamızı engelliyor. Halbuki çatışma yönetimi konusu literatürde kalemşorların fikir birliğine vardığı az sayıdaki konudan biridir. İşletme yazını işletmelerde çatışmanın yani fikir ayrılıklarının kaçınılmaz olduğunu, bu nedenle de yönetilmesi gerektiğini ileri sürer. Yönetim metotları önerirler. Ben bunları inceledim. Metotların hiçbiri sizinle çatışanın kafasını koparın demiyor!
Doğal olarak bu konuda yapılacak en akıllı iş çatışmanın çıkmasını önlemektir. Ancak bunu yapmak sadece zekâ (IQ) değil duygusal zekâ (EQ) da ister. Bu ikisinin farkına geçen yazımda değinmiştim. EQ en basitinden biraz hassasiyet gerektirir. Herkesin birkaç düğmesi vardır. Basarsanız çatışma çıkar. Söz gelimi ben üstlerimin benden habersiz astlarıma talimat vermelerine gıcık olurum. Öyle yapmayın kardeşim. İncileriniz mi dökülür?
Birçok çatışma iletişim aksaklıklarından doğar. Açık yazılı ve sözlü iletişim çoğu çatışmayı engeller. Çoğumuz çatışmaya sesimizi duyurabilmek için, kendimizi dinletmek için gireriz. İletişimin önemli bir öğesi dinlemektir. İyi bir dinleyici olmak çatışmayı önlemek isteyen yöneticilerin sahip olması gereken en önemli hasletlerdendir. Sorunları kabul etmek, çözümleri ertelememek, çekimser fakat çözüme katkı sağlayabilecek kişileri tartışmalara davet edebilmek, anlaşmaları müphem bırakmamak, açıklık, iletişimi olanak ölçüsünde yazılı yapmak çatışmaları önlemek ve yönetmek için gerekli özelliklerdir.
Duygusal zekâsı yüksek yöneticiler sadece kendi algı ve duygularını değil başkalarının algı ve duygularını da anlarlar, en azından anlamaya çalışırlar. Esnek ve çözümleyici davranabilmek, orta yol aramaya çalışmak, başkalarının fikirlerine ilgi göstermek, affedicilik, başkalarının hangi konularda hassas olduklarını anlamaya çalışmak, tartışmaların bir yere varması için kullanılan süreçlerin kurallarını koymak ve iyi açıklamak, hürmetkâr olmak, davranışlarını değiştirmeye açık olduğunu göstermek, başkalarına yapın veya yapmayın dediği şeyleri yapmak veya yapmamak, kendi yeteneklerinin bilincinde olmak duygusal zekanın göstergeleridir.
Çatışma önleme ve yönetmenin bir başka önemli gereği de başkalarının görüş açılarını anlamaya çalışmak, onların duygularını ve neyi neden yaptıklarını inceleyebilmek yeteneği yani empatidir. Bununla şirin olun, “ne baba adam” dedirtin demek istemiyorum. Empati sahibi kişiler kendi sorumluluklarından haberdar insanlardır, başkalarının fikirlerini sorarlar. Sorarlar ama laf olsun diye değil. Değişik ve aykırı fikirlere açıktırlar. Yapıcı eleştiriler getirirler. Güven telkin ederler ve güven gösterirler, satır aralarını okuyabilirler, yaratıcı insanlardır.
Bunların hepsi iyi, güzel ama esas konu çatışmanın idaresi değil çatışmanın anlaşılmasıdır. Tanımlayamadığınız sorunu çözemezsiniz. Sorun yarattığını ileri sürdüğünüz kişiyi işten atmanız sorunu çözmeyebilir. Genellikle çözmez de. Şimdi Avcı, teknik direktörlükten uzaklaştırıldı diye Beşiktaş’ın sorunları çözülecek mi?
Bazen özür dilemek, cezalandırmaya kalkmamak, sükûnet, tarafsızlık, boş verebilmek, sabır, olumlu yaklaşım, öncelikleri iyi irdelemek, farklı fikirlere saygı göstermek, kendini çatışmanın dışına taşıyabilmek, eleştirileri hazmedebilmek çatışmayı önlemenin ve hatta yönetmenin en iyi yollarıdır.
Gelgelelim binlerce yıllık bir geçmişi olduğunu böbürlene böbürlene yazıp, çizdiğimiz, her fırsatta anlattığımız başat kültürümüze. Kültürümüz öyle anlaşılıyor ki ne dediğini pek ince dokunmayan bir siyasinin bir aralar “Ben vurdum mu oturtan adam isterim” deyişinde tanımladığı kişiyi yukarıda anlattığım hasletlere sahip insanlara tercih ediyor. Vurunca oturtan kişiler iyi sayılıyor da iyi iletişim yetenekleri olan, duygusal zekâsı yüksek empati sahibi kişiler ‘zayıf’ olarak nitelendiriliyorlar. Hal böyle olunca işletmelerdeki patronlar da haşa zayıf addedilmek yerine “Biz Osmanlıyız bizde adam çoktur” diyorlar. Bu sayısı çok adamlar da sorun çözmeye değil sorun çıkarmamaya odaklanıyorlar. Sorunlar da tosun gibi oldukları yerde duruyorlar.
Bizde çatışmayı önlemenin en çok kullanılan yolu ortada bir sorun olduğunu kabullenmemektir. Bir sorun olduğu kabullenilmeyince sorunun nasıl çözüleceğini tartışmaya da gerek kalmadığından örgütte çatışma falan çıkmıyor, örgüt sorunsuz, güllük gülistanlık gidiyor. Masaya sorun getirebilecek kişiler çatışma fitnecisi olarak itham edilmemek için bunu yapmıyorlar. Kazara bir sorun masaya yatırılırsa aynı nedenlerden millet konuşmuyor.
Gazetelerden okuduğum kadarıyla Beşiktaş sorunu masaya yatırmış. Sanıyorum sorun Beşiktaş Futbol Kulübü’nün bu sezon başarılı sonuçlar alamaması. Güzel güzel konuşmuşlar. Ve sorunu çözmüşler! Teknik direktör işinden ayrılmış. Şimdi yeni bir teknik direktör gelecek ve başarılı sonuçları yazılı olarak garanti edecek! Başarılı sonuçlar (onlar her neyse) elde edilemezse para almadığı gibi tazminat da ödeyecek! Bu Beşiktaş örneğini vermem yanlış anlaşılmasın. Konuyu gazetelerden okuduğum kadar biliyorum. Perde arkasında başka şeyler var mı bilmiyorum. Eğer basının söylediği doğruysa çatışma çıkmış ve çatışmanın bir tarafı diğer tarafının ‘ayrılma isteğini’ kabul etmiş! Çatışma bitmiş ama sorun duruyor.
Eğer açık iletişim kanalları kurmayacaksınız, duygusal zekanız düşükse, “vallahi ben söylerim onlar yapar” kafasındaysanız, şiarınız “benim dediğim dedik; öttürdüğüm düdük” ise, empati sizin için bir zaaf göstergesiyse, her tartışmayı kişisel taarruz olarak alma eğilimindeyseniz, özür dilemek, ağırınıza gidiyorsa, tek bildiğiniz motivasyon yöntemi ceza ise, sakin kalamıyorsanız, hiçbir şeyi boş veremiyorsanız, sabırsız biriyseniz, öncelikleri kafanıza takıldığı gibi koyuyorsanız, farklı fikirleri kafadan eleştirmeye hazırsanız, çatışmaların dışında kalmayı tabansızlık addediyorsanız, hele hele sorunları yok sayabiliyorsanız yönetirsiniz ve örgütünüzde çatışmada çıkmaz. Çıkarsa koyarsınız kapının önüne oldubitti!
Peki, böyle örgüt yönetilir mi? Yönetilir elbet. Neden yönetilmesin? Birçok örgütümüz tepeden aşağıya böyle yönetiliyor. Teknik direktörümüz ‘imparator’, patron ‘kral’ veya ‘imparatoriçe’, yöneticiler ‘anamız’ veya ‘babamız’ olunca eh çatışma yönetimiyle kim uğraşacak. Rahmetli annem verdiği talimatları “Neden?” diye sorguladığımda bir kaşını yukarı kaldırır (bu iyiye işaret etmezdi) “Ben söylüyorum diye” derdi. Yani, diyeceğim oturun oturduğunuz yerde. Çatışma çıkarmayın. Bizde barika’yı hakikat, yani hakikat şimşeği genellikle çoktan çakmıştır. Uğraşmayın ve…
Sağlıcakla kalın