Kantorowicz’in Maitland ve von Gierke’nin daha önce ortaya koyduğu “kurum/şirket olarak kral” tezini işlediği bilinir. “İki vücuda” götüren Tudor kuramı önemlidir çünkü Kantorowicz’in bu vurgusundan yola çıkarak anayasacılığa varmak mümkündür. “Başkan” (president) şirket olarak kraldan –king as corporation sole- türerken, meclis curia regis ve regis ecclesiae’den –kralın ve papanın danışma kurulları, başkanlık sisteminin işlemesi için olmazsa olmaz olan kurallar ve centilmenlik anlaşması ise Magna Carta’dan gelir.
Kralın tek başına bir kurum/şirket olması –corporation sole veya sole corporate; body politic- İngiliz hukuk tarihini derleyen Sir William Blackstone’un “küçük cumhuriyet” dediği ve von Gierke’nin Almanya tarihinden yola çıkarak yaygınlaştırdığı dernekçilik/şirketçilik –associationism- akımı olarak von Gierke’de ortaya çıktığı şekliyle Schmitt’in hedefinde olmuştu. Schmitt, von Gierke’nin “devleti/egemeni/monarkın hukuk yapmasını” sadece devletin hukuka vurduğu “son damga” olarak görerek egemeni organik bir bütünün içinde erittiğini yazar. Von Gierke’ye göre bir (anonim) şirket gibi olan devlet sanki ortaklarının iradesini toplulaştıran ve yansıtan bir kurumdur ve Schmitt böyle bakarsak egemenlik kavramının tamamen dıştalanacağını yazar. Kantorowicz’in de –Maitland’ın daha önce vurgulamış olduğu bir olguyu- Common Law’un Roma hukukundan –ve dolayısıyla Blackstone’un ifade ettiği gibi Canon Law ve ius commune’den- tamamen farklı olmadığını açıkça ifade ettiğini ekleyebiliriz. Bu noktada Roma hukukunun özgürleştirici niteliği meselesi ortaya çıkar çünkü Roma hukuku “küçük cumhuriyeti” şirket/sosyete/kurumda bulmuş ve egemenin kişiselleşmesini sınırlayarak, tüzel kişilik kavramı yoluyla, gelecekte hiçbir “egemenin” tek bir şahıs olmamasının yolunu açmıştır. Güzel: bu bir tez.
Elbette bu tez Schmitt’in benimsemediği bir tezdir. Konuyu en iyi formüle edenlerden birisinin Claude Lefort olduğu kanısındayım. Lefort, “demokrasi bildiğimiz sistemler içinde siyasi gücü boş bir alan olarak gösteren tek sistemdir; gücü kullananlar ona (kişisel olarak) sahip değildir” diyerek vurucu bir noktaya değinir. Lefort “dinsel olan toplumsalın zayıf noktalarında yeniden canlanır” diyerek siyasal teolojinin eski biçimlerine –sembolik değil tahayyül edilmiş bir etkinlik- dönüşün mümkün olabileceğine işaret ediyor. Lefort, corpus ecclesiae mysticum dönüşerek corpus republicae mysticum haline gelirken imperium, populus, communitas, patria, perpetuitas, aevum –zaman ve sonsuzluk arasında bir yer- kavramlarının yeniden işlendiğine de dikkat çeker. Öte yandan Roma hukukunda Princeps legibus solutus est de vardır: Prens yasayla bağlı değildir. Bu konu önemli çünkü bizi Roma hukukunun özgürleştirici niteliği konusundaki tartışmaya götürüyor.
Nispeten geç bir tarihte, 1956’da kaleme alınan Hamlet oder Hekuba belki bir sanat eleştirisi şaheseri değil fakat önemsiz de sayamayız. Schmitt’in estetiği teknolojinin her yere yayılmasıyla bağlantılı algılaması ve eş zamanlı olarak sekülarizasyonun sonucu olarak mitin kaybolmasını, politikanın rasyonalleştirilerek özünün yitirilmesini aynı sürecin farklı yüzleri olarak görmesi tanıdık geliyor. Bazı Frankfurt Okulu temalarına rastlamak şaşırtıcı değil. Bu bakışın bir liberalizm –ve liberal demokratik devlet/normatif hukuk- eleştirisi oluşturması şaşırtıcı olmaz. 1920’ler Avrupa’nın liberal demokratik döneminin bittiği, çöküşün ayak seslerinin hem SSCB’de hem başkaldıran sömürgelerde hem de bizzat Avrupa’nın kalbi olan Almanya’da işitildiği yıllardı. Bu yıllara sadece faşizmlerin yükselişi veya işçi sınıfının devrim yapamayışı –Marksist sosyalizmin açmazları- açılarından bakmak son derece yetersiz kalacaktır. Bu yıllar Avrupa’da muhafazakâr, Aydınlanma karşıtı ve sonunda –20. Yüzyılın başı için- “yeni sağ” olacak kültürel alt akımların olgunluğa erişerek, bir kitlesel olgu olarak sahneye çıktığı yıllardı. İşçi hareketlerine odaklı sol bakışın, zaman zaman, aynı yıllarda,1885-1914 arasında faşizm öncesi “yeni sağın” da kitleselleşmeye başladığını, entelektüel açıdan hazırlanmakta olduğunu dikkate almadığı kanısındayım. Günümüzde Avrupa’da güçlenen yeni sağ akımların tarihsel devamlılıkları ve ideolojik-kültürel kökenleri 30-35 sene boyunca pek dikkate alınmadı.
Schmitt 1929 yılında kaleme aldığı bir yazıda bu temaları geliştirir. Daha baştan “biz Orta Avrupa’da Rusların bakışı altında yaşıyoruz” demesi net biçimde semptomaldir ve ister Alman “muhafazakâr devrimcilerinden” hoşlansın, ister hoşlanmasın, Schmitt’in Ernst Jünger ve Ernst Niekisch ile aynı kaygıları paylaştığını gösterir. “Rusya’nın bakışı altında yaşamak” burada ilk cümledir. “Rusların gözü” Almanya merkezli Orta Avrupa’nın üzerindedir. Ruslar Batı’nın bilgi ve teknolojisini alıp Batı’ya karşı kullanmaktadırlar; onlar büyük bir yaşamsal canlılık göstermektedirler –bir élan vital vardır diye ekleyebiliriz. Ruslar hem rasyonel hem tersi olup, Ortodoks mitlerinin kötülük/iyilik yapma özelliğini korumuşlardır. Bolşevizm sosyalizmi ve Slavcılığı SSCB’de birleştirmiştir. Alman Jungkonservatismus içindeki Nationalbolchewismus akımı da SSCB’den etkilenmişti. Paetel 1952’de şu çarpıcı cümleyi yüzümüze adeta fırlatır: “Ruslar Avrupa’nın 19. Yüzyılını kelimesi kelimesine (ciddiye) almışlar, temel fikirlerini kavramışlar ve kültürel çıkış noktalarından (mantıksal) uç sonuçları çıkarmışlardır.” Böylece teknikçiliğin din karşıtı sonucu pratikte sahneye konulmuş ve Avrupa tarihinde “hiçbir monarkın yönetmediği kadar devletçi bir devlet” kurulmuştur.
SSCB Aydınlanma fikrinin mantıksal sonucuna götürülerek ete kemiğe bürünmesi olarak nitelenir ve Schmitt tarafından elbette reddedilir. Teolojiden metafiziğe, moralden ekonomiye gelen Batı Avrupa düşüncesinin halini beğenmeyen Schmitt’in, estetik/ekonomist/teknikçi eğilimin uç örneği olarak gördüğü, teknikçilikte somutlaşan bir ekonomizm vaaz ettiğini düşündüğü SSCB’yi benimsemesi beklenemezdi.
Schmitt 16. Yüzyılı teolojik, 17. Yüzyılı metafizik, 18. Yüzyılı moralist, 19. Yüzyılı ekonomik ve 20. Yüzyılı (geçici biçimde) teknolojik olarak nitelendirmişti. Bu saptamanın ardından her yeni dönemde geride kalan dönemin temel kavramlarının etkisizleştirildiği, aslında 17. Yüzyıldaki büyük kırılmayla –“Batı rasyonalizminin kahramanlık dönemi”- dinler savaşından kaçışın evrensel bir nötralite aradığı tezlerini arka arkaya ileri sürdü. Batı, politik gücün gizeminden –corpus mysticum- kaçmakta ve kendisine normatif hukukta, Juan Donoso Cortés’in adını koyduğu tartışma ortamında –burjuvazi: una clasa discutidora- bir korunaklı alan aramaktaydı.
Schmitt liberal demokrasinin bir uzantısı olan parlamenter demokrasinin düşman/dost ayrımını ortadan kaldıracak bir “tartışma” zemini, siyasi görüşleri açıklama özgürlüğünün bir kelime jonglörlüğü, gerçek sorudan kaçma arzusu olduğunu iddia edecekti. Gerçek soru neydi? Politik gücün şahsileşmesi gereken doğası, yetkileri ve egemenlik kavramının kendisi gerçek sorunun özüydü. Teknoloji de estetik de hatta Schmitt’in Marx’ı içine gömülü gördüğü 19. Yüzyılın merkezi kavramı ekonomi de “hakiki politikayı” gizleyen örtülerdi. “Hakiki politika” istisna haline karar veren egemenin zuhur ettiği ve anayasanın hem içinde hem dışında –bir açık kümenin sınırında- olduğu “karar anında” vücut buluyordu. Gerçi Schmitt 80 yaşının üzerindeyken yazdığı Siyasal Teoloji II’de bu işin bu kadar basit olmadığını, sacerdotium ve imperium arasındaki mücadeleyle geçen bin yılın özetinin Dante’nin De Monarchia Kitap 1 Bölüm 10’da Homeros’tan alıntıladığı gibi “(sadece) bir kişi prens/kral/monark olur”- demekle bitmediğini söylemiştir. Bu hayli geç gelmiş bir inceltmedir.
Solun Schmitt’e ilgi göstermiş olması onun Marx’ı ciddiye aldığı anlamına gelmez. Esasen yukarıdaki sınıflandırmada Marksizm 19. Yüzyılda kalmış bir kalıntı, par excellence bir 19. Yüzyıl entelektüel kestirimi olarak nitelendirilir. Mesela Schmitt ‘bütün gerçek siyaset kuramları insanı kötü bir varlık olarak görür’ diye yazmıştır. Bu tez esasen bir tarih felsefesi ve bir davranışsal bilim başlangıcı olarak solun –ve Marksizm’in- temel iddiasının tam karşısında yer almaktadır. Şartlar yüzünden arada sırada hata yapan değil özünde “kötü” bir varlıktan dayanışmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum çıkmayacağını görmek o kadar zor değildir. Böyle bir entelektüel evrende kralın/egemenin doğrudan yönetmesini kralın/egemenin danışma kurulundan gelen bir anonimin yönetmesine tercih etmek gayet anlaşılabilir. Daha şüpheci bir pozisyonda olanlar ise “insan doğası böyleyse sonuçta ne fark eder?” diye soracaklardır. Bu kadar “özcü” olmanın faydası olmadığını düşünenler ise ‘meclis fark yaratabilir’ görüşüne sıkı sıkıya bağlı kalacaklardır. Ama o zaman Blackstone, Maitland, von Gierke’ye geri dönmemiz ve yeniden düşünmemiz gerekecektir.