Herkese Bilim Teknoloji’de Batuhan Sarıcan ilginç ve öğretici derlemeler yapıyor. HBT’nin 232’inci sayısındaki derlemesinin başlığında soruyordu: “İnsanlar, kendilerine yardım edebilecek gerçeklerden niçin kaçınır? Neden isteyerek cahil kalmak, mesela ne zaman öleceğimizi bilmek istemiyoruz?” Daha sonra HBR/Türkiye’nin Eylül 2020 sayısında derlemenin yapıldığı söyleşinin çevirisi yayımlandı. Prof. Dr. Emily Ho, “Bize yardımcı olabilecek bilgilerden kasıtlı biçimde kaçmıyoruz” diyordu.
Bilinçli bilgisizlik kaynakları
Prof. Ho, araştırmanın amaçlarını açıklarken, “İnsanların her gün mücadele ettiği kararlarla ilgili büyük, kapsamlı bir araştırma yürütmeyi ” hedeflediklerini belirtiyor.
İnsan yaşamı özellikle geleceği güven altına almak için sürekli öngörme ve önlem almayı gerektiriyor. Belli varsayımlara dayalı zihni modellerimiz, günlük olay ya da olgulara, gelecekle ilgili beklentilere karşı alternatif tepkilerimizi belirleyen kararlar veriyoruz.
Yapılan araştırmanın ulaştığı bulgulardan birine göre, “insanların kendilerine sunulan bilgi doğrultusunda harekete geçme şansları yoksa öğrenmeye daha az istekli oluyor.” Söz konusu bulgu, umudu her zaman canlı ve diri tutmanın, öğrenme açısından da önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu gösteriyor.
Araştırmanın bir başka keşfine göre, “Risk almaya daha açık insanların bilgi elde etme olasılığının daha yüksek olduğunu” kanıtlıyor.
Öğrenme süreçleri üzerinde çalışan bilim insanlarının neredeyse ortak görüşleri olan öğrenme istekliliği ile kişilik arasındaki bağlantıyı da, Prof. Ho ve ekibi sorguluyor: “Gördük ki, kişilik kesinlikle rol oynuyor. Karşıt görüşleri daha çok merak ve kabul eden kişilerin bilgiyi daha sık istediğine ulaştık. Aynı şekilde entelektüel bir meşguliyete daha çok ihtiyaç duyan insanlar da bu kategorideydi,” genellemesine ulaşılıyor.
Toplumsal algı bağlamında da bilgi edinme ve bilgiden kaçınma konusunda şöyle bir sonuca ulaşılıyor: “Bireysel ve kolektivist kültürler arasında bir farklılık bulunması olası. Kolektivist kültürdeki insanlar bilgi elde etmenin çevrelerindeki diğer insanlara da yardım ettiğini hissederse öğrenmeye daha istekli olabilir.”
Seçerek, bilinçsizce bilgiden kaçınmayla ilgili bulgu da şöyle: “Bilinçli bilgisizliğin siz de dahil hayatın her yerinde olduğunu fark etmelisiniz.”
Bilgiden kaçınmaya ve “cehaletin cazibesine” sığınmaya biz insanları iten temel korkulardan biri de, “İnsanlar öz saygısını zedeleme ihtimali olan bilgilerden kaçınmaları.” “Cehaletin dayanılmaz cazibesinden sakınmak” için birey, topluluk ve toplum ölçeklerinde dikkat edilmesi gereken bir dizi sorunumuz var: Birincisi, insanlarımıza, “fırsat kapılarının açık şanslarının eşit olduğu algısını” sürekli canlı ve diri tutmalıyız. İkincisi, “risk alma” ile gelişme arasındaki ilişkiyi kavramalıyız Üçüncüsü, kimlik ve kişilik değerlerimizi oluştururken, bir toplumsal varlık olduğumuzu, tek başımıza var olamayacağımızı başkalarıyla olan ilişkilerimizi tanımlarken kullandığımız “sosyal mesafe ayarları” konusunu iyi kavramalıyız. Bizim doğrularımızın, başkalarının bizi ikna ettiği noktaya kadar geçerli olacağını bilmeliyiz. Zihnimizi salt mekanik ve somut konulara odaklamamalı, entelektüel düşüncenin soyutlayıcı özünü de geliştirerek öğrenme istekliliği yaratmalıyız. Dördüncüsü, aşırı “bireyci” anlayışla, “toplumsal varlık” olduğumuz gerçekliği arasındaki dengeyi iyi kurmalıyız. İnsanlar, biraz da başkaları için var olduğu zaman insandır düşüncesini içselleştirirsek, öğrenme istekliliğimizi artırabiliriz. Beşinci de, “özsaygımızı tehdit eden” gelişmeleri, öngörme ve önlem alma disipliniyle en aza indirmeliyiz. O zaman hepimizde var olduğu saptanan “bilinçli bilgisizlik” içgüdüsünün etkileri en aza indirebiliriz; hayatın aynasına yansıyan cahillik cazibesini azaltabiliriz.
Hayatın aynasında yansımalar
Yarım yüzyılı aşan yazma serüvenimde, bütün işyeri yöneticilerine, vergi idaresi için değil, kendi gidişatlarını analiz etmek için kayıt tutmalarını, veri oluşturmalarını telkin ettim. Ciro kalitesini, kâr kalitesini, kâr sıfır noktasını, kapasite kullanım oranlarını, işgücü verimliliğini, sermaye verimliliğini ve daha bir dizi değişkeni iyi bilmeden sağlıklı iş yapılamayacağını anlattım... İşlerini alışkanlıkla yapmamaları gerektiğini, analizle yaptıkları zaman daha başarılı olacaklarını söyledim. Yol aldığımı gönül rahatlığıyla söyleyemem.
Neden yol alamadığımızı genç bir makine üreticisi, adına Selman diyelim, şöyle açıklıyor: “Kayıt tutup, veri oluşturarak analizle ilerlemeye kalkıştım... Bir süre sonra baktım ki, oluşturduğum eğriler hep ters yönde gitmeye başladı. Telaşlandım, telaşlandıkça da yanlış yaptım. Bunun üzerine kaydı da, veriyi de analizi de bıraktım. Yılın sonunda bakıyorum; ne çıkarsa ona boyun eğiyorum. Hiç olmazsa yılın bir iki ayında huzursuz oluyorum; her ay sonu huzurumu kaçırmıyorum.”
Kuruluş ve kurumların yöneticilerinin “medya ilişkilerine” bakıyorum. Bütün örgütlerin yapılarına hayat katanlar insanlardır. Hatasız insan olmayacağına göre, hatasız örgüt de yoktur. Gelin görün ki örgütleri yönetenlerimizin büyük bir çoğunluğu, yaptıkları işin “olumlu” yönlerini anlatmaya bayılıyor da, “olumsuz” yönlerini anlatarak, başkalarının da aynı olumsuzlukları tekrarlamamasına katkı yapmaktan öcü görmüş gibi sakınıyor. İş yaşamının tornistanı olmayan gemi olmadığını hepimiz biliyoruz; iş yaşamında başarılar kadar başarısızlıkların da doğal olduğunu içimize sindiremiyoruz. Yaşadığımız büyük kaynak israflarının ardında, hatalarımızla yüzleşme özgüveninin yetersizliği var. Uzmanı olmadığınız, ama yakından izlediğiniz bir konu hakkında yazılarımız taslaklarını eli taşın altında olan ve topluma söz söyleyenlere gönderiyorsunuz. Yazdıklarımızda “eksikleri tamamlama ve yanlışları düzetmelerini rica ediyorsunuz”. Aldığımız yanıtların bir bölümü katkı yapma yerine, “yaptıklarını yüceltme, kendi yanılmazlığını kanıtlama gibi yüzleşme özgüveninden uzak, kasaba kültürünün savunmacı anlayışını” sergiliyor.
“Bilinçli bilgisizlik” bir konfor haline geliyor. İnsanlar alışkanlıkları kolay sanıyor; o nedenle değişmeler karşısında uyum yeteneğimizi gerektiği gibi geliştiremiyoruz. İçtenlikle inanıyorum ki, ülkemizde “cahilliğin cazibesine” kendini kaptıranlarımız her meslekte, her ortamda çok yaygın. Çok yaygın, çünkü ciddi entelektüel çalışmalar giderek azalıyor; vasatlık, uzmanlığı ve derinliği piyasadan kovuyor.