Efendim bu satırlar yazılırken Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın Para Piyasası Kurulu’nun politika faizi kararı henüz belli olmuştu. Bu konu üzerinde gazetemizde yeterince kapsamlı ve derinlikli birçok haber ve yorum bulacaksınız. Tartışma devam edecek. İzninizle ben bu tartışmaya dolaylı olarak değineceğim bu yazıda, 14 - 2 8 Mayıs seçimleri öncesi ve sonrası izlenen ekonomi ve dış politika patikalarındaki büyük dönüşümü, “neden – sonuç”, “amaç – araç” ilişkileri bağlamında anlamlandıracak bir çerçeve çizmeye yönelik seriye, söz verdiğim gibi, devam edeceğim.
Esasen bugünlerde Orta Doğu’da devam etmekte olan hareketliliğimiz de ekonomi ve dış politikayı içeren “Büyük Düzeltme” kavramsallaştırması kapsamında anlaşılabilir. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ve Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ikilisiyle başlayan, daha sonra Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan ile devam eden Arap yarımadası turları, son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirliklerini (BAE) kapsayan temaslarıyla artık bir neticeye varıyor. Bu ülkelerle son dönem ilişkilerimizin halini düşünürsek “Büyük Düzeltme” burada da gözden kaçmıyor. Öyle ya, bu devletin kendisinin ezelden gelip ebede ulaşan bir tarihi olsa kuşkusuz “ezeli ve ebedi” dost olarak niteleyeceğimiz Katar bir yana: BAE “15 Temmuz’un finansörü”ydü, oradan kalkan uçakların Libya’da Türkiye’nin hava savunma sistemlerini vurduğuna dair haberler alıp yürümüştü. Suudi Arabistan ile Suriye’de aramıza giren kara kedi Ekim 2018’deki Cemal Kaşıkçı cinayetinin ardından, tabiri caizse “trafoya kaçmıştı”. Üzerimize vazifedir, değildir; ulusal çıkarlarımız neyi gerektirir demeden, o dönemde pek meraklı olduğumuz “uluslararası vicdanın”(!?) temsilciliğine soyunmuş, Suudi Arabistan veliaht prensinin uluslararası mahkemelere verilmesi kampanyasının öncüsü olmuştuk. Zira, “failin kim olduğu… belliydi”. “Bize yalan söylenmişti” (Ben şok parantezi: Hem de uluslararası ilişkilerde… Yok canım, olamaz!!!). İşin içindekiler, “Veliaht prensin en yakınındakiler”di. Dumanı görüyorduk. Ateş belli ki orada yanıyordu (Hakkın teslimi parantezi: Muhtemelen de öyleydi).
Neyse, şimdi söz verilen milyarlarca doların tadını kaçırmanın alemi yok. Hem bir yandan da, tam da en ihtiyaç duyulduğu anda, seçim öncesinde, SWAP’tı, mevduattı, “bizi rahatlatan”, sürdürülemez olanı sallan, yuvarlan sürüklenebilir kılan, bu ülkelere bir teşekkür de mi etmeyecektik? Şimdi, BAE’den aktarılacak 8,5 milyar doları acil kayıtlı sukuk, 50,7 milyar ABD dolarına varacağı umulan miktar ve Suudi Arabistan’la, rakam belli olmamakla birlikte, “doğrudan yatırım” için imzalanan Mutabakat Zaptıyla gelecek kaynak elbette daha az önemli değil. Neticede, öyle böyle yerel seçimler bizi bekler. Katar’ın musluklar bize zaten hep açık! Anlayacağımız sukuk falan derken potansiyel olarak kaynağı sokuyoruz memlekete. Zaman “Büyük Düzeltme” zamanı. Deniz bitti, haydi vira tornistan…
Tornistan’da peki neden? İş İsveç’e, NATO’ya nereden bağlanıyor…
NATO zirveleri, daha sık yapılan NATO bakanlar konseyi toplantıları gibi düzenli toplantılar değil. İlki 1957’de Paris’te gerçekleştirilen zirveler ittifakın en üst düzey karar alma sürecini oluştururlar ve bu bakımdan önemli dönüm noktalarıdır. Zirveler genellikle yeni politikaları duyurmak, ittifaka yeni üyeler davet etmek, stratejik yaklaşım değişikliklerini başlatmak ve NATO üyesi olmayan ülkelerle ortaklıklar kurmak gibi kararların alındığı toplantılar oluyor. Malum bu defa ana gündem İsveç’in NATO üyeliğinin önündeki engellerin kaldırılmasıydı. O da oldu… Bundan böyle bir cins “diplomaside Vilnius zaferi” kültü tedavülde olacaktır bizim buralarda! Konu tartışılmaya devam ettikçe de pekişecektir bu durum zâhir (belli [ki], açık)…
Ancak, işin propagandası, algı yönetimi bir yana, olup bitenler aslında oldukça açık, seçik biçimde, gözümüzün önünde cereyan ediyor. İsveç’in üyeliği gibi bir konuda, NATO çerçevesinde olup bitenlerin görece şeffaf biçimde takip edilebilmesi mümkün. Zira muhatap adedinin fazlalığı ve bu muhatapların demokratik rejimlerinin niteliği belli bir şeffaflığı dayatıyor. Ayrıca, propaganda etkisi nedeniyle kamuoyunun bu konuya ortak edilmesi de kısmen tercih ediliyor. Bu nedenle, NATO zemininde olanlar “Büyük Düzeltme”nin diğer mahallerinde, örneğin neyle neyin değiş tokuşunun yapıldığı “devlet büyüklerine itimadımız” dışında sislilik arz eden Orta Doğu’da olanlardan, buraların bağlamlarından ve temalarından, farklı. Dediğim gibi içeriğin takibi daha kolay…
“Büyük Düzeltme (I)” yazısında belirttiğim gibi, ekonomi siyasetini ilgilendirdiği kadarıyla, bizim düzeltmenin olmazsa olmaz amacı Türkiye’nin kanayan ve son dönem politikalarıyla derinleşen yarası olan cari dengenin finansmanının kolaylaştırılması. Bu bakımdan belirleyici olan Batı ile siyasi ilişkilerde de bir “Büyük Düzeltme” sağlanması olarak görünüyor. Hülasa, Türkiye’nin yine son dönem politikalarının sonucunda kendini içerisinde bulduğu, Batı’dan, süreçler ve kurumlar bakımından dışlanmışlık, siyaseten yabancılaşmışlık, ekonomik olarak ötekileştirilmişlik, genel olarak yalnızlaşmışlık durumunun sona erdirmesi gerekiyor. “Büyük Düzeltme”, bu nedenle, Batı kurumlarıyla barışmayı ve tekrar kurumsal süreçlerin asli ortağı olmayı gerektiriyor. Gerçekten böyle olmasa bile en azından öyle muamele görüyor görüntüsü vermeyi… Bence bu zurnanın zırt dediği yer şurası: Batılılar da aslında gerçekten bir şey yapmak durumunda olmadıklarını, görüntüyü düzeltirlerse buna, en azından başlangıçta, razı olunduğunu biliyorlar.
Zira “Büyük Düzeltme”nin temel hedefi kredibiliteyi arttırmak. Türkiye için güvenilir ve çekici yeni bir yatırım fırsatı hikayesi üretmek. Benzer bir kredibiliteyi sağlayabilecek alternatif mekanizmalar da mevcut elbette. Örneğin; IMF. Ancak bunların iktidar açısından kaçınılması anlaşılır siyasi maliyetleri mevcut. “Büyük Düzeltme” bugünkü haliyle bu maliyetleri asgariye indirerek, özellikle ekonominin tekrar rayına oturması için zaruri acı reçetenin tahammül edilebilirliğini arttırmayı hedefliyor. Dolayısıyla elimizde bulunanlar, korkarım bu son 2,5’luk faiz artışından sonra iyice zedelenen, Mehmet Şimşek’in şahsi kredibilitesi ve Araplarla yine, yeni, yeniden keşfettiğimizi kardeşlik hukukumuz!
Bu durumda maliyet yönetiminin, uzun dönemde ve kalıcı olarak yapılabilmesi, Batı ile Türkiye arasındaki siyasi pürüzlerin asgari düzeye indirilmesini gerektiriyor. Türkiye’nin tekrar “oyunda” olduğunun gösterilmesi elzem. Bunları yapılabilmesi için de karşılıklı iyi niyetin ve sempatinin canlandırılması gerek. İşte böyle bir ortamda Türkiye İsveç vetosunu sürdüremezdi. Yine böyle bir ortamda “Batı”lı kimliğini, NATO’daki konumunu, daha fazla sorgulatamazdı. Rusya’nın değirmenine su taşıyor olduğu algısının kuvvetlenmesi riskini alamazdı. ABD ile ilişkilerde mesafenin daha fazla açılmasının da, tahammülü zor, bir sıkışma yaratma riski olabileceği buna eklenmeli. Elbette tüm bunlar yaşanan durumunu Batı ile ilişkiler boyutuna dair bu yazdıklarımın sadece, hatta kimi noktalarda ağırlıklı olarak, Türkiye’nin sorumluluğu olduğu anlamına gelmiyor. Ancak, iktidarın ekonomide, dış ve iç siyasette yaptığı tercihlerle kendi elini fazla zorladığı görülüyor. Bunun sonucunda temelde kendi tercihleri vasıtasıyla kendine dayattığı, temelde elverişsiz, bir zeminde, zorunluluk marifetiyle mindere çıkmak mecburiyetinde kaldığı da söylenebilir.
Peki “Büyük Düzeltmenin” başlangıçtan itibaren bir stratejisi, tanımlanmış hedefleri var mıydı? Varsa bunlar neydi, nasıldı? Bir sonraki yazıda bu konuyla devam edeceğiz…