Çarşamba günü çeşitli illerden bir grup sanayiciye artık alıştığımız sanal ortamda sunum yaptım. Ana başlık Merkez Bankası ve para politikasıydı. Hal böyle olunca, bu köşeyi izleyenlerin yakından bildikleri temalara kısaca değinmek gerekti: Potansiyel büyüme ile herhangi bir dönemdeki büyüme arasındaki ayrım. Bu çerçevede, ekonomiyi potansiyelinin üzerinde büyütmeye çalışmanın yaratacağı kırılganlıklar. Çok hızlı kredi genişlemesinin oluşturabileceği riskler. Özellikle enflasyonun altında bir faiz politikası ile birleştiğinde kredi genişlemesinin döviz kuru üzerine yapacağı baskı. Döviz kurundaki baskıyı gidermek için sürekli döviz satılmasının rezervleri eritip riskleri artırması. Maliye politikası, para politikası ve finansal istikrar politikası arasında uyum gereği. Enflasyonun bozuk bir ekonominin ayna yansıması olduğu falan. Buradan da tek başına para politikası ile sorunlara çözüm bulunmayacağı. Para politikasında ve diğer alanlarda yapılması gerekenler...
Kısacası, sunumda yeni hiçbir şey yoktu. Daha önce defalarca yazılıp çizilmişler ve söylenmişlerdi. Hem bu köşede hem de başka köşelerde ve televizyon ekranlarında. Bayağı uzun bir soru-cevap faslından sonra zaten belirginleşen genel kanı da tartıştığımız konularda “pek de yeni bir şey olmadığı” idi.
Bir anlamda Türkiye’nin sorunu da burada. Dertler hep aynı. Ara sıra şekil değiştiriyor gibi olsalar da özde değişen bir şey yok. Arka planda tatmin edici bir seviyede olmayan yatırımlarımızı finanse edemeyen tasarruflarımız. Aradaki farkın dışarıdan borçlanılarak kapatılması.
Dış kaynak imkânı bol ve maliyetler ucuzken dış borçlanmanın daha da yükselmesi. Bu nedenle, döviz cinsinden borçlar ile alacaklar arasındaki farkın giderek açılması. Kur artışlarına karşı giderek kırılganlaşan bilançolar. Biraz daha ayrıntıya inince yüksek teknolojili ürün üretip yurtdışına satamamak. İthalata bağımlı bir ihracat yapısı. Bir türlü iyileştirilemeyen yatırım ortamı. Yabancı yatırım çekememek. Daha altta ise hukuk sistemine ve demokrasiye ilişkin sorunlar, nitelikli işgücü eksikliği, sık sık değişen kurallar, bürokraside liyakat eksikliği, bağımsız kurumlara tahammülsüzlük.
“Özdeki dertlerin hep aynı olması, Türkiye’deki iktisatçıların sıkılmasına neden olur” diye bir sonuç çıkmasın. Aksine, özün aynı olmasına karşın sorunların şekil değiştiriyor gibi olmaları, artan kırılganlıklar nedeniyle tweet mesajları gibi “garip” şokların bile kriz çıkarması, falan. Çok heyecanlı. Ama keşke bunlar ülkemizde değil de başka bir ülkede olsaydı da öyle heyecanlansaydık. “Başka ülkelerden istediğin nedir” diye sorarsanız haksızsınız diyemem.