Osman Arolat’ın Salı günkü köşe yazısının başlığı Türkiye ekonomisinin son birkaç aydır karşı karşıya bulunduğu kritik bir sorunu ve yaklaşık 1.5 yıldır uygulanan politikalar sonucu gelinen noktayı çok iyi anlatıyordu.
“Merkez’in faiz indirimi, ihracatçının kur çıkmazı” başlığını atmıştı Arolat. Yılbaşından bu yana enflasyon ve kur artışındaki makasın giderek açıldığını ve bu durumun rekabetçiliğin baskılanmasına yol açarak mevcut kur yaklaşımının “sürdürülemez” bir duruma neden olduğunu anlatıyordu. İhracatçıların sattıkları ürünün yerine yeni ürün koymakta zorlandıklarını söylüyordu.
Yine Nasıl Bir EKONOMİ’de tüm inceleme ve haberlerini ilgiyle okuduğum Merve Yiğitcan ise aynı günkü kapsamlı haberinde, “ihracatçıların mevcut kur yaklaşımının sürdürülemez olduğunu, devam etmesi halinde istihdam ve kâr kaybının hızlanacağını vurguladıklarını” yazmıştı. Oysa hükümet 2021 yılı ortasında ekonomide uygulanan modeli değiştirdiğinde, hareket noktası ihracatı canlandırmak ve cari açığı daraltarak enflasyonu kontrol etmekti. Aradan yaklaşık 1.5 yıl geçti. Gelinen noktada, ihracatçılar mevcut durumdan yakınıyorlar; hatta bazıları rekabet etmekte ve fiyat vermekte zorlandıklarını söylüyorlar. Geçen hafta görüştüğüm ve özellikle Avrupa’ya mal satan ihracatçılardan da benzer yakınmaları duydum.
Gelişmeleri hepimiz biliyoruz. Türk Lirası faizlerin baskılanmaya başlanması ile ciddi değer kaybetti; enflasyon ise çok yüksek seviyelere geldi. Normalde TL değer kaybının ihracatta kur kaynaklı bir rekabet avantajı sağlaması gerekirdi. İlk etapta sağladı da; ancak kurun aynı zamanda enflasyon üzerindeki güçlü geçişkenliği ve etkisi nedeniyle ihracata dönük üretim yapanlar maliyetler yönünden zorlanmaya başladı. Bunun üzerine başta TL değer kaybına karşı kayıtsız kalan ve “nasıl olsa kur bir yerde dengeye ulaşır ve geri gelir” ümidinde olan yetkililer, sürecin farklı geliştiğini görünce kur artışını baskılamak için çeşitli kanallardan müdahale etmeye başladılar ve işin aritmetiği iyice değişti.
Sonuçta; geçen yıl TL’deki aşırı değer kaybını konuşurken, bugün ise TL’deki değerlenmeyi tartışır olduk.
Merkez Bankası’nın Reel Efektif Kur Endeksi’ne göre Türk Lirası yılbaşından bu yana ÜFE bazlı endekse göre yüzde 36 dolayında değer kazandı. TÜFE’ye karşı değerlenme ise daha düşük olmakla birlikte yüzde 17’yi buluyor. Yani kur açısından bakıldığında geçen yıla göre bu yıl ithalat yapmak daha kolay ve ihracat yapmak ise daha zorlaştı. TL’nin reel olarak değerlendiği bir ortamda ihracatçı dış pazarlarda fiyat yapmakta zorlanmaya başladı.
Salı günü yine “Nasıl Bir EKONOMİ” sayfalarında Sadi Özdemir, tekstil ihracatındaki zorlanmayı anlatıyordu. Sadi’nin konuştuğu İstanbul Tekstil ve Hammaddeleri İhracatçıları Birliği (İTHİB) Başkan Ahmet Öksüz, “En önemli problemimiz enerji maliyetimizin yaklaşık 4 misline çıkmış olması. Toplam üretim maliyetimiz içinde enerjinin payı önceden yüzde 7 civarındaydı, şimdi yüzde 20’nin üzerinde. Bu nedenle yerli iplik fiyatlarımız Asyalı rakiplerimizin fiyatlarıyla rekabet edemiyor... Bu nedenle ithal iplik fiyatları daha uygun” diyordu. “Yani tekstilde dış ticaret açığı vereceğiz.”
Yüzde 150’nin üzerinde üretici fiyat enflasyonun olduğu bir ortamda ihracatçıların maliyetleri kontrol edip, dış pazarlarda rekabet edebilmeleri ne yazık ki kolay değil. Dolayısıyla geldiğimiz noktada kurun ve enflasyonun ulaştığı seviyeden ne ihracatçı ne de yerli tüketici memnun değil. İki ucu keksin bıçak durumundayız. Kurda artışa izin verilse enflasyon daha da artacak ve Kur Korumalı Mevduat nedeniyle Hazine üzerinde oluşan yük daha da artacak. Enflasyonun yüksek seyrettiği bir ortamda kur baskılansa ihracatçı zorlanmaya devam edecek. Oysa çözüm belli: Kapsamlı ve itibarlı bir dezenflasyon programı ile enflasyon ile mücadeleyi öncelik yapıp, fiyat istikrarını ve TL’de istikrarı sağlamak. Yoksa Türkiye ekonomisini faiz-kur-enflasyon sarmalına sokmak çözüm getirmez.