Otelin kapısında bekliyordu. Beni görünce elindeki sigarasını söndürüp biraz ilerdeki arabasını alıp getirdi. Elimdekileri görünce de “Günaydın, onları bagaja koyalım” dedi. Çantaları bagaja koyduktan sonra arabaya aynı anda bindik; o soldan, ben sağdan. Önde oturdum. Sabah sabah sürücüyle konuşmak istedi canım. Çünkü Konya’daki üç günüm böyle geçmişti. Beni almaya gelen şirket görevlisi ile başlamıştım konuşmaya. Ve de bütün gün konuşmuştum. Günün son konuşmasını da beni otele bırakan şirket görevlisi ile yapmıştım. İşte bu alışkanlıkla taksinin ön koltuğuna oturmuştum.
Muşlu taksi sürücüsü koltuğa oturur oturmaz “Eşim olsa, bu sigaraya kızardı” dedi. Sonra da ekledi “Üç yıl önce kaybettim onu. Ama hâlâ bende yaşıyor”. Telefonunu gösterdi. Telefonuna ekran koruyucusu olarak karısın fotoğrafını koymuştu. “Kırk iki yıl evli kaldık. Beni hiç kırmadı” dedi ve “ Keşke bütün evlilikler öyle olsa” temennisinde bulundu. Karısı, beynindeki ur için ameliyat olmuş. “Ameliyat başarılı geçti” demiş doktoru. Ama karısı, yoğun bakımdan çıkamamıştı; Muşlu taksi sürücüsünün de gönlünden. “Ben inşaatçıydım. Ama karımın ölümünden sonra bana bu arabayı aldırttılar. Oyalanırsın dediler, ben de aldım. Böyle çalışıyorum bütün gece, oyalanıyorum” dedi. “Karım hayatta iken hiç yanında sigara içmedim. Hep balkona çıkar içerdim” deyince ona Bektaşi’nin hikâyesini anlattım.
Bilirsiniz, “Nefes” bir şiir türüdür. Türk Dil Kurumu Sözlüğü nefesi şöyle tanımlıyor: “Bektaşi ve Alevilerin görüş ve düşüncelerini anlatan, dergâhlarda belli makamlarla okunan, millî nazım şekilleri ve hece vezniyle yazılmış şiir”. Sormuşlar Bektaşi’ye: “Erenler, hangi nefesleri seversin?” Bektaşi cevaplamış: “Sigaranın ilk nefesi ile kaynananın son nefesini”. Muşlu Aşık “Çok iyi bu” deyip güldü “Demek kaynananın son nefesi” diye de tekrarladı. Havaalanına nasıl geldik anlayamadım. Oysa gelişte Havaş’ın otobüsünde zaman zor geçmişti. Habire servis sürücüsüne: “Otele daha çok var mı?“ diye sormuştum.
Uçağın kalkmasına daha bir buçuk saat vardı. Bekleme salonu boş gibiydi. Gerçi dolu da olsa fark etmeyecekti. Bir gün öncesinden internetten “check-in” işlemini yapmıştım. Bu şekilde havayolu şirketinin yağ işine de girdiğini öğrenmiş olmuştum. Havayolu şirketi, sivrisinekten yağ çıkarmaya başlamıştı. Oturacağınız koltuğu seçerseniz, ekstra para ödüyordunuz. Çok uyanık bir yaklaşım; şeytanın aklına gelmez. Düşünün: İşi size yaptırıyorlar, bir de üstüne para istiyorlar. Hem de öyle çok basit bir para da değil. Reklamlarında “Şu liradan başlayan” duyurusunu da yapıyorlar. Sanırım seçtiğiniz koltuğa göre, kalktığınız ve gittiğiniz şehrin sosyo- ekonomik yapısına göre ödeyeceğiniz para değişiyor. Aslında oturacağınız koltuktaki komşularınızı da seçme hakkı verilse iş daha heyecanlı olurdu. Herhalde bir sonraki adımları bu olacaktır. Düşünün: cinsiyet, kilo, yaş, eğitim tercihlerinizi veriyorsunuz. Yapay zekâ sizin için koltuk seçiyor. Sonra da ekliyor: “Oturacağınız koltuktaki kişinin fotosunu da görmek ister misiniz? Şu kadar liradan başlayan ücretle görebilirsiniz. Fotoyu gördükten sonra başka yerde oturmak isterseniz, şu kadar ödeyerek koltuğunuzu değiştirebilirsiniz”
Koltuk seçimine para ödemediğim için yapay zeka seçimi kendi yapmıştı. Doğaldır ki, para ödememenin de bir bedeli olacaktı(!) Koltuğumu, intikam alırcasına uğurlu bir yerden, 13.sıradan vermişti. Hırsını alamayıp en rahatsız yeri, ortadaki koltuğu vermişti. Hâlbuki uçağını kalkmasına nerdeyse 24 saat varken yapmıştım “check-in” işlemini. Herhalde mümkün olsa, 13E’yi yeterli görmeyip “teker üstü” bir koltuk da verebilirdi.
Uçak kalkmadan o meşhur güvenlik duyurusunu yapmaya başladılar. Uçak kabini basıncı düşerse oksijen maskelerinin tavandan ineceğini müjdesini alıyorduk ki, ses kesildi. Sonra tekrar başladı. Uygulamalı gösteriyi yapan hostes “play-back”den şarkı söylerken ses kesildiğindeki solist gibi şaşırmıştı. Ses kaydı hatalı idi, ya da sistemsel bir bozukluktu. Uçağın türbinlerine yakıt yollayan sistem de inşallah bunun gibi, prostatlı hasta misali olmaz diye dua ettim. Ama yolculuğun diğer kısmında sorun olmadı.
Pilot, duyurularını çok düzgün olarak yaptı. Hani o telefonlardaki “Kişisel verileri koruma kanunu” çerçevesindeki, adet yerini bulsun diye yapılan hızlı kayıtlar gibi değildi. İngilizcesi de çok düzgündü. “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”mızı da kutladı. Önümdeki sırada Almanya’dan geldiklerini anladığım tesettürlü kadınlar oturuyordu. Kutlama mesajı biter bitmez bu genç kadınlardan biri alkışlamaya başladı. Sanki bütün uçak bu anı bekliyordu. Büyük bir alkış koptu. Bu ülkede milli bayramlara katılmamak için bahane üreten, hasta olan cumhurbaşkanları da gördüğümüz için bu durum karşısında mutlu oldum. Çünkü yaşadığımız şu son devirde milli bayramlar ne hikmetse bazı çevrelerce sönükleştirilmeye, yozlaştırılmaya çalışıldı. O kişiler oturdukları koltuklarının bedelini, o bayramları yaratanların ödediğini unuttular. Ama gördüm ki, halk unutmuyor.
Uçak kalkışını ve tırmanışını tamamlayınca, yine “misafir”(!) olarak, müjdeli bir haber aldık. Koltuk ceplerindeki menüden istediğimizi seçebilecektik. Menüye bakınca anladım. Tabi ki, parasını vererek seçecektik. Bu şekilde misafirlik kavramının da son yılların yozlaşan kavramları arasına girmiş olduğunu anladım. Ya da Silifke türküsünü hayata geçirmişlerdi. Ne diyordu türkü “Buyurun arkadaşlar davetim var benim/Herkes kesesinden yesin içsin/Saltanatım var benim”. Bir şey dikkatimi çekti. Olağan uygulamanın tersine, kredi kartı ile ödeme yaparsanız yiyecek ve içecekler daha ucuzdu. Demek ki, havada yapılan ödemelerden kredi kartı şirketleri daha düşük komisyon alıyordu. Acaba tuvalet kullanımı kaç lira idi? Büyük ve küçük aynı fiyat mıydı? Bu bilgi menüde yoktu. Tuvalet için kredi kartımı cüzdanımdan çıkarıp koltuğumumdan kalktım ki, hostes otumamı işaret etti. Çünkü pilot siyaset dünyasının tersi bir anlayışla bir anons yapıyordu “İniş için alçalmaya başlıyoruz”. Çünkü biliyoruz ki, siyasette insanlar yükseliş için alçalır.
Hiç bir uçak havada kalmaz derler. Biz de kalmadık. Salimen indik. Metro ve Marmaray derken, hızlı biçimde Üsküdar’a ulaştım; Anadolu Kavağı vapuruna bindim. Boğaz’ın Anadolu yakasını seyrederken sabah 7:30’da başladığım yolculuğun tüm yorgunluğunu attım. Yalılara yer yer büyük bayraklar ve Atatürk resimleri asılmıştı, hayran hayran onlara baktım. Ve de süzülen yelkenlilere; kürek çeken, deniz üstünde pedal çeviren gençlere. Ülkesinin çocuklarına ve gençlerine bayram hediye eden başka kaç lider vardır dünyada diye düşündüm. İşte bunun için tüm dünya bizi kıskanabilir dedim kendi kendime.
Dört günlük ayrılıktan sonra eve dönmüştüm. Muşlu Aşık ile başlayan günüm renkli geçmişti. Aslında her gün, başlıyor ve bitiyor. Karşınıza ne çıkarsa bahtınıza. Her şeyi siz seçemiyorsunuz. Parasını verseniz de seçemiyorsunuz. Önemli olan, karşınıza çıkan her şeyden kendinize hoşlanacağınız, eğleneceğiniz bir şeyler çıkarmanız.
Renkli yolculuklar dileğimle…