Bir iktisat panoraması

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Kemal Derviş Türkiye ekonomisinde 1960 sonrası üç önemli stratejik programın son ikisinde etkili olmuştu. İlki Birinci Beş Yıllık Plan (1963-1967) olan bu dönemeçlerin diğerleri 24 Ocak 1980 Kararları ve 2001 krizi sonrası Derviş-IMF programıdır. Üçü de kendi ölçeğinde belli bir başarı sağlamış ve birkaç yıl için rahatlatmıştır. Derviş, 1980 kararlarının özünü veya arka planını oluşturan Kasım 1978 tarihli Dünya Bankası raporunun iki yazarından biridir: Kemal Derviş & Sherman Robinson, The Foreign Exchange Gap, Growth and Industrial Strategy in Turkey: 1973-1983, WB Staff Working paper 306. Uygulama Özal’a bırakılmıştır. Derviş 1987’de Özal’ın ekonomik politikalarının başarı öyküsü olduğunu savunarak bir anlamda kendi görüşlerinin pratisyenini övmüştü: Kemal Derviş & Peter A. Petri, “The Macroeconomics of Successful Development: What Are the Lessons?”, NBER Macroeconomics Annual 1987. 1980’den farklı olarak 2001’deki programı uygulamak için bizzat geldi ve kamuoyu tarafından tanınır oldu.

Olaylara bir göz atarsak neler görebiliriz? Birinci Plan 1965 seçimi etrafında fert başına geliri yukarı iten ama kısa süreli bir momentum yakalamıştı. Demirel’in “kalkınmacılığı” aslında buradan geliyor. Tuhaftır, bu itişi sağlayan ithal ikamesi + planlama idi ancak planlamaya teşekkür edileceğine ilk plan dönemi biterken ortaya “plan değil pilav” lafı çıktı. “Sanayicilere sanayileşmenin önemini anlatmaya çalışan” planlama yarıda kesildi. Güney Kore bugün beğeniliyorsa aramızdaki büyük fark böyle ortaya çıktı. Örneğin Hyundai 1967’de yola koyuldu. 

Bu başarılı olmaya aday dönem “pilav” retoriğiyle kesilmiş ve 1970 devalüasyonu sonrası tümden bitmiştir. Bitişin bir de siyasi eşleniği vardır: 15-16 Haziran. Bu tarihsel olay tam bir sendika + ithal ikamesi ürünüdür ve “eski” işçi sınıfının ilk ve son kitlesel eylemidir. 9 Mart’ın yenilgisini de garanti etmiştir. 1973 etrafındaki Ecevit çıkışına denk gelen ivme işçi dövizleri sayesindedir. 1977’de deniz bitti ve 1970 devalüasyonu sonrası 1971’de tartışılan dışa açılma/ihracata yönelme açılımı 24 Ocak ile sonunda hayata geçirilmeye başlandı. Derviş & Robinson raporundaki ilk saptama budur: 1978 sonu itibariyle döviz yoktur ve Dördüncü Plan’ın yüzde 8 gibi iddialı bir büyüme hedefi koyması yapılabilir değildir. Bir anlamda öncü bir programdır çünkü dönemin ilk Neo-Liberal atılımlarından birisidir.  

Siyasi eşleniği 12 Eylül olan 24 Ocak 1980 Kararları öyle ya da böyle ekonomiye çok dik bir çıkış sağladı. Bu atılım 1980’de dip noktasına ulaşan çakılmayla doğru orantılıdır. “70 sente muhtaç” hale gelindi, sert çakıldık, model tıkandı ve çıkış da orantılı biçimde hızlı oldu. Yaklaşık 7, hatta aslında 6 sene sürdü: 1981-1987. Eski siyasilerin geri dönüşünü onaylayan 1987 referandumu 24 Ocak kararlarının sonuna gelindiğinin ilanıdır çünkü o andan itibaren kamu harcamaları hızla artırıldı. NBER 1987 makalesi bu açıdan biraz talihsiz sayılabilir çünkü program miadını doldurmak üzereydi. 1988 Şubat ayında uyarı işareti veren döviz cephesi ve hızlanan iç borçlanmayı finanse edecek yeterli yerli yatırımcı olmaması hızla 1989 32 sayılı prematüre karara götürmüştür diyebiliriz.

Aslına bakarsanız 24 Ocak öyle fazla döviz falan kazandırmadı. Zaten döneminin en çok Dünya Bankası ve IMF mali desteği alan –buna ihtiyaç duyan- programıydı. Ancak insanların zihninde bir dışa açılma, önceleri “hayali” de olsa ihracat yapma fikri doğmuş oldu. Çalışanların uğradığı reel ücret kayıpları elbette büyüktü ve 12 Eylül’den yaklaşık 10 sene sonra, 1989’da telafi edilmeye başlandı. Esasen reel ücretlerdeki baskı fazla uzun sürünce 1989 Bahar Eylemleri geldi. Telafi sonra oldu.

1989 32 sayılı karar artırılmasına karar verilen iç borcu yabancı sermayeye finanse ettirme kararıdır ve 1994 Krizi’yle sonuçlanan aşikâr popülizm dönemine imkân tanımıştır. 1992 sonunda temelde her şey olup bitmişti. Bir yıl kadar krize açık biçimde demir tarayarak sürüklenen ekonomiye yakından bakanlar sadece krizin zamanlamasını kestiremiyorlardı. Sonunda ihaleler atlanınca kriz Ocak 1994’te patladı. Durumu kurtarmak için ilan edilen 5 Nisan 1994 kararları sonrası işler iyi gitmeyince kuru tutmak yüzde 400 faiz ödeyerek mümkün olabildi. Bu noktadan itibaren borç dinamiği hızla sürdürülemez hale gelecekti.

2001 krizi yoktan var olmadı. 2001 krizi 1999’da biten bir dönemi tam boy kriz oluşmadan yamayarak zaman kazanma işinin eksik yapılması ve hatalı program tasarımı yüzünden felaketle sonuçlanmasıdır. En son Tablita budur. Oysa Stanley Fischer 1998’de Journal of Economic Literature’da “Tablita döneminin bittiğini” ilan etmişti. Nasıl olduysa oldu son Tablita’yı biz uyguladık. Modifiye bir programdı. Ama o da başarısız oldu. 2001 Krizi 1980’den daha az derindir ama ona yakındır. 24 Ocak’ta olduğu gibi Derviş-IMF programıyla krizin derinliğine orantılı olarak dik biçimde hızla çıkıldı. Şu an benzer noktadayız: Tarihin en büyük krizlerinden birisidir.

Gerçi bu tip programlara muhalif yaklaşımda açık bir hata var. Programın soldan eleştirisi ayrıdır, kapitalizm açısından değerlendirilmesi ayrıdır. 1980, iç dinamikler açısından geç kalmış, siyaseten de üç yıl ötelenmiş, ama dünyaya bakarsak “öncü” bir programdır. 2001 Derviş programıysa kapitalizmin en “rasyonel” programıdır. Böyle bakmamız lazım. Yoksa ikisi de pek çok ekonomist gibi benim de tercih edeceğim programlar değildir. Değildir ama ekonomi politiğin izan verdiği yegâne programlar bunlardı. 2001 programı dünyadaki tasarruf/likidite bolluğuyla birleşti ve başarılı sonuçlar verdi. Ne zaman? 2003-2006 arası. En azından inişiyle çıkışıyla 2001-2013 arası 12 yıl boyunca dünyadaki gelişmekte olan piyasalara paralel hareket ettik ki bu bir mucize sayılabilirdi çünkü öncesinde 10 yılı aşkın süredir dünyaya paralel gitmiyorduk. 1 Nisan tezkeresinin geçmemesi ve mecburen derhal Derviş programına sarılması AK Parti’nin büyük şansıdır.

Yaklaşık on yıldır yeni bir program gerekiyor. Aslında 2007 yılında dahi gerekiyordu çünkü 2001 programı 2008’de resmen bitiyordu. Lehman iflas edince durum değişti. 2008-2009 küresel krizi sonrası yenilenen sermaye girişleri aciliyeti azalttı ama yükü de artırdı. Ancak 2018 sonrası olanlara bakınca durum değişti. 2013-2018 arası artan ve o zamanlar kaygı uyandıran yük o kadar da büyük değilmiş; meğer neler olabiliyormuş. Tam da şu anda son beş yılda uygulanan bütün politikaların aksine dönmek ve bunu iyi bir zamanlamayla yapmak zorunluluğu var. Bakalım ne olacak.

Tüm yazılarını göster