Bir Cumhuriyet Şarkısı

Kerem ÖZDEMİR KEREM İLE İŞİN ASLI

Gazi Mustafa Kemal’in Türkiye’nin ilk operasını besteletmesinin hikâyesinden çok etkilendim. Bundan etkilenmemin nedeni, bir akşam önce Türk startup’larını dünyaya açma konusunda ciddi bir çabayı ve sürdürülebilirlik konusunda ciddi bir etkinliğe katılmam oldu. Üçü birlikte tam bir senfoni oldu. Opera ve gala yapmanın ayrı birer beceri olduğunu da anladım.

İngilizcede ilgimi çeken iki sözcük var: deliver ve fullfillment. Bunlara için yazılarımda zaman zaman ve yerine göre karşılıklar kullanıyorum. Her ikisi de uzun süredir unuttuğumuz kavramlara işaret ediyor. Benim gençliğimde “kalıbının adamı olmak” diye bir ifade vardı. Ona işaret ediyor.

7 Ekim’de benim de İTÜ’de bitirme tezi hocam olan Atilla Bir’i kaybettik. 18 Ekim’de ise Sabancı Üniversitesi’nden Fuat Keyman aramızdan ayrıldı. Birincisinin haberi geldiğinde vizemin son toplantısı için ABD’deydim ve toplantılar nedeniyle WhatsApp mesajlarını tekip etmediğim için iki gün sonra öğrendim. İkincisinde Sabancı Üniversitesi’nin ve Sabancı Business School’un sürdürülebilirlikle ilgili toplantısındaydım. Sürdürülebilirliğin nasıl bir yol ayrımında olduğunu öğrenmek gerekliydi. Sabahın erken saatlerinde toplantılar başlamak üzereyken “Fuat Hoca ölmüş” lafı ortalıkta dolaştı ancak yapılacak işe bir zeval gelmedi.

Sabancı Üniversitesi’nin kültürüne çok aşina değilim ama arka planda yöneticilerin bir bilgi akışının içinde olduğunu ve bunu dar bir grup da olsa kitleye yansıtmadan yaptıklarını anlamak zor değildi. İTÜ’de ise, farkında olmadan aldığımız ve sonradan varlığını anladığım bir DNA’dan bahsetmek istiyorum. Otomatik kontrol dersini aldığım Atilla Bir’de de somutlaşan bir etki var. Bizim hocalarımız o kadar kalıplarının adamıydılar ki, onların çekim alanında olmak bile sizi geliştiriyordu. Ve tabii onların bu etkiyi yaratmalarını sağlayan şöyle bir vecize vardı: “İşinizi doğru yapın. Bize küfrettirmeyin.”

İlk ve tek tercihim olan İTÜ elektronik mühendisliğinden mezun olurken stajlarda gördüğüm gerçek Türkiye’de mühendislik yapmamaya karar vermiş olmam, bu sözün hakkını vermemi kolaylaştırdı. Mühendislikte hata yaparsanız sistemler çöker; can ve/veya mal kaybı oluşur. Bu çok ciddi bir sorumluluk getirir. Hocalarımızın “bize küfrettirmeyin” sözü, bunu bir kat daha artırır. Ve bozulmuş bir sistem içinde olduğunuzu görürseniz, benim gibi bu sorumluluktan kaçıp insanlara yazarak anlatmaya çalışırsınız ve aslında bunun da işe yaramadığını yıllar sonra anlarsınız.

İsteyip de yapamamanın birden çok nedeni vardır. Bunu aşmanın yolu liderlik edebilmektir. Bu Türkiye’de iyice ayağa düşmüş bir kavram olsa da, liderlik konusunda fark ettiğim en önemli olgu, liderlerin takımın içinde takımdan ayrı ve yalnız olmalarıdır.

1980 askeri darbesi, bunun yalnızlaştırma kısmını başardı. Biz İTÜ’de Atilla Hoca gibi adamlarla üçüncü sınıftan itibaren karşılaşabildik. Darbeciler liseden yetersiz çıkanları da kontenjanını artırdıkları üniversitelere yığdıkları için bizim en fazla hızlanmamız gereken ilk iki yılımız temel eğitimle geçti. Sonrasında da zaten memurdan başka bir şey olamayacak kıvama geldiğimiz için asıl mühendislik eğitimini almaya başladığımızda benim için yeterli olmadı.

Eksik olan neydi? Bunu Ali Poyrazoğlu’nun Asi Kuş adlı oyununu izlerken anladım.

İşin özü çalmak ya da daha terbiyeli ifadeyle kapmak

Poyrazoğlu, öğrencilikleri sırasında bir hocalarının kendilerini alıp Şehir Tiyatroları’na götürdüğünü ve orada tiyatronun üstatları ile aynı kulisi paylaştıklarını anlatıyor. Yıldız Kenter ve Şükran Güngör ile aynı odayı kullanan Poyrazoğlu, kendi ucuz makyaj malzemeleri yerine Şükran Güngör’den arakladığı makyaj malzemelerini kullanıyor. Güngör, kendisine ne kullandığını sorduğunda da kendi ucuz makyaj malzemeleri ile annesinden aldıklarını kullandığını söylüyor. Güngör de, bu ucuz malzemelerin o kadar para verip yurtdışından getirdikleri malzemeler kadar iyi sonuç vermesinden şikayet edip boşuna para veriyoruz minvalinde sözler ediyor. Poyrazoğlu durumu çaktırmadan idare ettiğini düşünürken hakikati, Yıldız Kenter’in Şükran Güngör’ün vefatının ardından kendisine bu makyaj kutusunu getirmesiyle anlar; Güngör olayın farkındadır ve o makyaj kutusunu Poyrazoğlu’na bırakmıştır.

Ustalarla gerçek işin içinde olarak öğrenmenin ne anlama geldiğini, İTÜ’nün televizyon yayınına başlamasının ardından hocalar ve öğrencilerin birlikte olduğu kutlamaların fotoğrafına bakınca anladım. Bunun Atilla Hoca ile bağlantısı yok ama benim gibi “Mustafa Santur Duran Leblebici televizyon diye yazıp karşınıza https://radyo.itu.edu.tr/docs/librariesprovider141/default-document-library/duran-leblebici-39-den-tan%C4%B1kl%C4%B1klar-ciddiyet-fedaka%CC%82rl%C4%B1k-mutluluk.pdf?sfvrsn=0 adresinde çıkan belgeye bakarsanız “İTÜ TV’nin fikir babası Prof. Dr. Mustafa Santur, Belgrad ormanlarında bir piknikte öğrencileriyle” resim altı yazısı ile yer alan fotoğraf size ne demek istediğimi anlatacaktır. Santur’un ciddi vesikalık fotoğrafı ile öğrencileriyle göbek atarkenki fotoğrafını birlikte kullanarak tam da benim anlatmak istediğim şeyi göstermişler. Bir diğer fotoğrafta ise, benim TELETAŞ’ta tanıdığım; Alcatel-Lucent’ta yönetim kurulu başkanlığı yapan ve daha sonra girişimci olup Kron’u kuran Lütfi Yenel var. Aynı fotoğrafta yer alan Sait Türköz’den ders almıştım; bıyıklar yanıltabiliyor ancak 20’li yaşlarında olduğunu sanıyorum. Ben 1986’da girdiğim İTÜ’de ilk iki yılda kendisinden ders aldığıma ve fotoğraf 1970’lerin başlarına ait olduğuna göre çok da yaşlı olmamalı.

Cem Yılmaz, yeni sezonunun bir yerinde Erşan Kuneri’ye bir filmi için çaldığını ancak en iyisinden çaldığını söyletiyor ve bunun Picasso’nun sözü olduğunu ekliyor. Şeker Paşa’daki bu sözlerden yola çıkarsam, bizim hayatımızda asla çalmaya değecek kadar, bu türden kaliteli bir ekip olmadığını söyleyebilirim. Ya da bu tür fırsatlar şanssızlıklara kurban gitti. İTÜ’de mezuniyetin üzerinden 25 yılda uzun bir süre geçmişken kıdem sertifikası töreni için gittiğim okulda nostaljik ders olduğunu öğrenince derslerin yapılacağı sınıfa koştum. Birden çok sınıfta aynı saate ders konmuştu. Mithat İdemen’in dersine girince Atilla Bir’in dersini kaçırmış oldum. Bütün güne yayılan programda zaman ayarlanabilecek olmasına karşın üç hocanın dersi de aynı saate konulunca Atilla Hoca’dan son dersi alamadım. Bu, bizim duygu yönetimi dışında ortak bir bakış açımızın ve birlikte iş yapma yeteneğimizin kalmamasından kaynaklanıyor. Belirli kaynakla belirli bir işi sonuçlandırmayı sağlayan mühendislik yeteneğini geliştirmek ve kullanmak konusundaki başarısızlığımız bizi birlikte gülmek, ağlamak ya da bağırmak temelinde birleşmeye zorluyor.

Atatürk bir mühendisti

Buraya kadar olan bölümde kullandığım adam sözünün kadınları da kapsadığını not düşmem gerekiyor. Bu, Gazi Mustafa Kemal’in “efendiler” sözünün kadınları da kapsamasına benzerdir ve unuttuğumuz adam kavramına dikkat çekmeyi hedeflemektedir. Bir Cumhuriyet Şarkısı filminde de gördüğümüz gibi, kendisi kimi ile “çocuk” diye hitap ederek konuşurken hitaplarında efendiler ifadesini de kullanmıştır. Bunların ikisi de küçümseme ya da ayrıştırma içermez.

Bir Cumhuriyet Şarkısı filminin önemi, Gazi Mustafa Kemal için organizasyon yeteneğini ve gücünü göstermesi ile büyük değer taşıyan operanın Türkiye’de ilk olarak üretilmesinin hikâyesini anlatmasından kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal’in Sofya’da geçen günlerindeki romantik ilişkisi ve dinlediği ilk opera olduğunu dinlediğim Tosca’yı beğenmesi, kişisel boyutta bilinen ayrıntılar ve atlanmamaları iyi olmuş. Ancak Gazi Mustafa Kemal’in değinilse de, üzerinde yeterince durulmadığını düşündüğüm boyutu, opera yapabilecek düzeyde organizasyon yeteneği olan bir ulusu (burada Sofya bağlantısı nedeniyle Bulgarlar) bu güce sahip olmayan bir ülkenin (subayı olduğu Osmanlı İmparatorluğu) yenemeyecek olmadığına ilişkin değerlendirmesidir. Benim galaya gitme nedenim, bu konuda biraz daha fazlasını bulacağımı düşünmemdi ancak başka şeyler buldum.

İnsanlara odaklı filmler ve insan üzerinden belirli süreçleri anlatmaya çalışan filmler, Türkiye’nin pek başaramadığı işler. Biz genelde akılda kalacak bazı noktalara vurgu yapıp biraz da güncel temalara işaret edince iş bitmiş sanıyoruz. 1980 darbesi öncesi sürekli toplumsal temalı filmler çeken sinema endüstrisinin darbeden sonra insana/bireye yönelmek adı altında, sürekli olarak problem yaşayan tipleri beyaz perdeye yansıttığı dikkate alındığında kat edilen mesafe önemli. Yine de süreci anlatmakta yetersiz kalıyoruz. Bu filmin de gişe yapacağından kuşkum yok ve bunun kadına değer vermek başta olmak üzere insanların anlayacağı mesajlara ağırlık verdiği için yapacağına inanıyorum. Bu nedenle de gözden kaçması muhtemel bazı noktaları vurgulamak istiyorum.

Birincisi, dünyada örneği olmayan biçimde 26 günde opera bestelemek muazzam bir hikâyedir. Ancak basit bir matematik işlettiğimizde, İran Şahı’nın gelmesine kalan bir aylık süreden bu 26 günü çıkardığınızda dört beş günlük bir süre kalıyor. Gazi Mustafa Kemal’in bu sürede aklındaki hedefe ne ile gidileceği konusundaki görüşlerini tam bir strateji ve eylem belgesi olarak yazılı hale getirdiğini görüyoruz. Sahada bunun bestelenmesi ve sahnelenmesi işleri kalmıştır ancak ne yapılacağı çok net bir biçimde ortaya konulmuştur.

Kadro ya da ordu, eldeki imkânlarla oluşturulmuş ve içinde yer alan herkesin becerileri ile bir diğerini ileri ve yukarı taşıdığı bir yapı olarak hedefine ulaşmıştır. Bu da kendiliğinden olmamıştır. Gazi Mustafa Kemal’in çok da geniş olmayan ekibi, iki yönlü olarak süreci yönetmiştir. Birincisi erbaş ve astsubay işleviyle Münir, gündelik sorunları aşmak için destek sağlamıştır. Kurmay zekâsı ise Mustafa Kemal’in, Türkiye’nin o dönemde önem verdiği bir diğer alan olan sporda olimpiyat düzeyinde başarı sağlamakla sorumlu olan yakın bir arkadaşının devreye girmesi ile olur. Spoiler vermek istemediğim için bundan sonrasını da bu cümlelerdeki gibi biraz şifreleyerek yazacağım.

Buradaki sanatçı/emekçi ve kurmay/komuta ikilemine dikkat etmenizde yarar var. Bir yanda emek harcayan, canla başla çalışan ve değeri çok yüksek olan sanatçı kimliğini taşıyan bir kesim var. Diğer yanda ise, hepimizin ilk anda gıcık olacağına inandığım, nereden çıktığı ve işi belli olmadan gelip eleştiren bir tip var. Bu tipin iki özelliğini öğreniyoruz. Birincisi, kendisine çekilmeye çalışılan üçkağıdı yemiyor ve gerçek zamanlı durumu tespit ediyor. İkincisi, bu durumu eleştirirken öyle bir tavır alıyor ki, sorunu çözme gücünü kullanmayanlar harekete geçerek sorunu aşmayı sağlıyorlar. Filmde, durumu Gazi Mustafa Kemal’e aktarmadığı söyleniyor ancak sonunda hepimizi durumdan haberdar ettiğini görüyoruz.

Mustafa Kemal, Süleyman ve diğerleri… 

Bu arada filmde en önemli dönüşümü geçiren karakter olan Süleyman ile karşılaşıyoruz. Süleyman’ın evrimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin neyin üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Bu hikâyeye özellikle dikkat etmeniz gerekiyor. Türkiye İş Bankası’nın iki yıldır düzenlediği çok önemli iki günlük vizyon konferanslarının bu yılkinde (geçen yıl Cumhuriyetin 100’üncü yılı, bu yıl İş Bankası’nın 100’üncü yılı başlığıyla düzenlendi) Malcolm Gladwell, Gazi Mustafa Kemal’in sıradan insanlardan Cumhuriyet kadrolarını ve vatandaşlarını nasıl oluşturduğunu takım kurma ve sportif başarı üzerinden anlattı. Bu filmin en iyi yanı, o muazzam konuşmanın tamamlayıcısı niteliğinde olması.

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri de, operanın galasıydı. İnsanlar, inanılmaz sürede hazırlanan operanın galası için söylenen saatte mekâna geliyorlar. Ellerindeki davetiyeleri görüyoruz. Salona girip oturuyorlar. Herkes yerleştikten sonra Gazi Mustafa Kemal konuğu ile birlikte salona giriyor ve yerini alıyor. Sonrası perde… Filmin galasında ise, işler böyle yürümedi.

Önce davetlilerin kırmızı halı üzerinden girmesini sağlamak için tek bir noktada giriş katı dağıtıldığını öğrendim. Bunu öğrendiğimde her zaman kullandığım yan kapıdan salonun girişine kadar gitmiştim. Dönüp ana girişe gittim ve sıraya girdim. Yağmur çiselemeye başladı. Yeni saç ektirmiş sargılar içinde bir Arap turist alışveriş sırası sanıp iki üç sıra öndekilere ne satıldığını sordu; anlaşamadılar. Yağmur şakır şakır yağmaya başladığında, turistin aklı başına geldi. iPhone’u karşısındakine tuttu. Genç arkadaş, “Burası değil, alışveriş karşı taraf” diye telefona söyledi. Arap turist bunun çevirisini dinleyip “şükran” kısmını anladığım uzun bir cümle kurup gitti.

Herkes, ıslandığı için ceketini montunu kafasına çekip sırada durmayı sürdürdü. O sırada önden bir kadın sesi duyuldu: “Ben burada beklemiyorum. İçeri giriyorum. Siz de ne yapıyorsanız yapın.” Herkes kadının peşinden içeri doğru yürümeye başladı. O kadar uzaktaydım ki, kim olduğunu göremiyordum ama ben de sırılsıklam bir halde yürümeye başladım. Kırmızı halı üzerinde ıslak bir kitle olarak yürüyüp içeri girdik. Bu sayede loş bir ortamda isim kontrolü yapmaya çalışan görevliler de kurtuldu çünkü onları koruyacak bir düzenleme de yoktu ve onlar da ıslanıyordu.

İçeri girince elinde walkie talkie olan bir görevliye içeri girmek için gereken kartları nereden alabileceğimi sordum, aşağı inen yürüyen merdivenlerin başında dağıtıldığını söyledi. Bu sefer hiçbir şey sormadan kartı verdiler; kart standarttı. Salona nasıl girileceğini sordum; Kapılar 20:30’da açılacak; bulduğunuz yere oturursunuz, dendi.

Sonrası kapının önünde yarım saat bekledik. Kapılar dokuzda açıldı. Bu arada tanımadığım birçok kişiyle sohbet etme ve hatta tuluat yapma fırsatı buldum. Eski bir CEO dostumla karşılaştım; görüşmek için sözleştik. Yaşlı insanlar kapıda bekletildi. Girmekten vazgeçip gidenler oldu. Telefonlarına bakan görevliler, mesaj bekledikleri, PSM’ciler ile BKM’cilerin görüştüğünü, salonun hazır olmadığını ve çeşitli diğer mazeretleri sıralarken ve yalan olduğunu bildiğimiz çeşitli oyalayıcı açıklamalar yaparken yaşlı bir bey “Bu büyük bir beceriksizlik” diye söylendi. Gösterilen tepkilerden ve kullanılan ifadelerden hepimizin profesyonel yaşamdan geldiği ve en azından çoğumuzun Türkiye İş Bankası davetlisi olduğunu anladım. Çok kaliteli değerlendirmeler yapıldı. Sonunda yarım saat gecikme ile kapı açıldığında anladık ki, bizden başka herkes protokolmüş; salonun yarıdan fazlası doluydu. Gösterim 20-25 dakika geç başladı. Şov ve konuşmadan taviz verilmezken kimse bu durum için özür dilemedi. Ama kapıdan girerken “Size verilen kartı filmin sonuna kadar saklayın. Beş tane gala var” dediler. Ben bugüne kadar ara olmayan herhangi bir film gösteriminde bileti saklayın uyarısına rastlamamıştım; deneyimin zirvesi oldu.

Bunları yazmamın nedeni, filmin ruhu ile yaşananlar arasındaki uyumsuzluk. Finalin zirvesine koyacak kadar mükemmel gala çekmeyi başarırken bir galayı organize edememek bence Cumhuriyet’in 101’inci yılındaki durumumuzu en iyi açıklayan örnek. Filmin galasında adını BKM’nin önüne koyan Türkiye İş Bankası –Atatürk’ün kurduğu banka olarak- böyle bir deneyime adını vermeseydi iyi olurdu.

29 Ekim yaklaşırken bu işi bu ölçüde vurgulamamın sebebi, ilk olarak bir sonraki yazıma altlık yapmak. İkincisi Gazi Mustafa Kemal’in filmde anlatılan hassasiyetlerinin hakkını vermek ama bu hassasiyetleri görmek için sadece Bir Cumhuriyet Şarkısı’na bakmak yeterli değil. Bu filmin sonunda, Atatürk’ün ortaya kimleri çıkardığını filmi izlediğinizde zaten göreceksiniz. Ancak Mustafa Kemal’i daha yakından tanımak için şu anda Amazon Prime’da gösterilen Atatürk 1881-1919 filmini de izlemenizi tavsiye ederim. Aras Bulut İynemli’nin finaldeki oyunu başta olmak üzere canlandırdığı Mustafa Kemal karakterini bu filmin başarılı anlatımının üzerine koyduğunuzda neden bu kadar uzun yazdığımı açıklayacaksınız. Aksaklıklar her zaman olabilir ancak böyle bir film ve Atatürk’ün kurduğu bankanın olduğu bir ortamda, bu tür bir aksaklıklar dizisi kabul edilebilir değildir. 

Tüm yazılarını göster