Pazar günü İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi Eylül değerleri açıklandı. Bu yazı gün yüzüne kavuştuğunda (3 Ekim) TÜİK de Eylül tüketici enflasyonunu kamuoyuna duyuracak. Umarım son iki ayda olduğu gibi ‘resmi enflasyon’ söylemine gerek kalmaz ve açıklanan istatistiklere güven duyulması yolunda bir adım daha atılır.
Aylık enflasyonun ‘keskin’ biçimde düşmesi bekleniyor. Nasıl beklemesin ki? Temmuz’da bir ayda tüketici fiyatları yüzde 9,5, Ağustos’ta ise yine bir ayda yüzde 9,1 oranında yükselmişti. Açıklanacak tüketici enflasyonu beklendiği gibi yüzde 5’in biraz altında değil de yüzde 6 bile çıksa aylık enflasyon ‘keskin’ biçimde düşmüş olacak. Pazar günü açıklanan İTO enflasyonu da Eylül ayında benzer ölçüde düşerek yüzde 5,5 olarak gerçekleşti. İTO’nun açıkladığı temmuz enflasyonuna kıyasla 4,3, ağustosa kıyasla ise 3,3 puan daha düşük. Yıllık olarak yüzde 78,2’ye karşı geliyor Eylül ayı İTO enflasyonu.
Temmuz ve Ağustos aylarındaki ‘çılgın’ enflasyonun arkasındaki temel neden ise malum: Mayıs’ta -seçimden önce- 20 lira civarında gezinen dolar kuru temmuz sonunda 27 liraya fırladı. Şüphesiz kurun 20 olması suniydi; saçma bir para politikasının uygulanmakta inat edildiği bir ortamda sürdürülemezdi, tam saha baskıyla o düzeyde tutuluyordu. Ama seçimden sonra bir yandan yeni ve düzgün bir ekonomi programı açıklansaydı diğer yandan da olağan toplantıyı beklemeden TCMB politika faizini bugünkü düzeyine getirseydi, kur 27 liraya fırlamaz, çok daha düşük bir düzeyde ‘dengeye’ gelirdi. O durumda, yüzde 9’un üzerindeki aylık enflasyonlar yerine yüzde 4-5 civarında enflasyonlar görürdük temmuz ve ağustos aylarında. Bugün de Eylül enflasyonu yüzde 5’in biraz altında kalacak diye bayram etmezdik.
Neyse, dün dünde kaldı. Türkiye’nin yüksek enflasyon gibi ‘ilkel ve çirkin’ bir sorundan kurtulamamasının çok sayıda nedeni var. Bunlardan biri elbette TCMB’nin bağımsız olmaması. Enflasyonu patlatan faiz kararları bu nedenle alınabildi. “Türkiye’deki hukuk sisteminin içinde bulunduğu acıklı durum ortadayken Merkez Bankası bağımsızlığını -yine- gündeme getirmek ‘komik’ olmuyor mu?” diye sorabilirsiniz. Yerden göğe haklısınız; geçiyorum.
Enflasyon belasından kurtulmamızın önemli bir nedeni de şüphesiz, enflasyonla mücadelenin üretimi olumsuz yönde etkileyeceği, kanısı. Faiz artıyor, yerli para değerleniyor, yatırımlar ve ihracat olumsuz etkileniyor diye düşünülüyor. Bunun gerçekleşeceği koşullar var gerçekleşmeyeceği koşullar da; üzerinde çok durdum, geçiyorum. Tekrarlamak yerine gelin biraz farklı bir açıdan bakalım bu faiz-kur meselesine.
Enflasyon-üretim ilişkisine ilişkin yukarıda değindiğim yorumlara yol açan bir model var çoğu iktisatçının zihninde. Modelin sonuçları, her modelde yapılan basitleştirici varsayımlar altında elde ediliyor. Parantez: Basitleştirilmeseydi model olmazdı zaten; bir mimarın maket yapmak yerine nihai olarak düşündüğü yapıyla aynı ölçülerde bir taslak yapı inşa ettiğini, sonra nihai yapının inşasına geçtiğini düşünsenize. O modellerde bir talep bir de arz tarafı var. Arz tarafında aramalı ve hammadde ithalatı dikkate alınmıyor; sadece, verimlilik, işgücü ve sermayenin yer aldığı bir üretim yapısından yola çıkılıyor. İthalat, talep tarafında işin içine giriyor. Oysa yirminci yüzyılın son çeyreğinde geliştirilen çok sayıda modelde, aramalı ve hammadde ithalatının üretimi etkilediği bir yapı inceleniyordu.
Peki, önemi ne bunun? Şu: Döviz kurundaki artışın ekonomiye iki ters etkisi olduğu net biçimde ortaya çıkıyor böylece. Kurdaki artış, maliyetleri yükselterek üretimi doğrudan olumsuz etkiliyor. Oysa sadece talep tarafından gelen etki dikkate alınsaydı, kurdaki artış ihracatı artırdığı ve ithalatı azalttığı ölçüde üretimi dolaylı yoldan -yurtiçinde üretilen mallara olan talebi yükselterek- olumlu etkileyecekti. Bir de son yıllarda geliştirilen modeller var. Şirketlerin bilançolarını kötüleştirerek, aramalı ithalatını ya da yatırımlarını finanse etmek için yurtdışından işletme kredisi bulmayı zorlaştıran şoklar -mesela risk ve kur sıçramaları- ülkeleri krize sokabiliyor. Dolayısıyla, keskin kur yükselişlerine ve faiz politikası hakkındaki tartışmalara bir de bu pencereden bakmakta yarar var. Denilebilir ki, temeldeki asıl sorun, bu kadar aramalı ithalatına bağımlı bir üretim yapısı ve onu oluşturan politikalar. Tamam da bu bir vaka. O yapıyı değiştirmek için kolları sıvayalım ama bir çırpıda değiştiremeyeceğimiz de ortada. O süre zarfında bu olguyu kabul etmek, ekonomi politikası oluştururken onu da dikkate almak zorundayız.