Hiç kuşkusuz Türkiye ekonomisi son 22 yılın en kötü durumunda. Bu durumun başlıca sebebi artan enflasyon ortamında Türk Lirası üzerindeki faiz kalkanının kaldırılmasıyla birlikte çok doğal olarak yerli tasarruf sahiplerinin tasarruflarının değerini koruma paniği içerisinde alternatif yatırım araçlarına yönelmesi ile birlikte kurlar üzerinde oluşan baskı ve akabinde meydana gelen devaluasyonlar sonucunda enflasyonun anormal seviyelere çıkmış olması. Yerli yatırımcılar nakit döviz, DTH, fiziki altın, altın hesapları, borsa, gayrimenkul ve hiçbiri olmazsa da otomobillere yatırım yapmak durumunda kaldılar. Son anda bir kurtarıcı gibi ihdas edilen KKM’ler sayesinde gerek döviz talebi bir miktar kırıldı, gerekse de bankaların döviz bozmasıyla MB geçici bir cephane elde etti. Ancak onu da kısa zamanda harcamış durumda. (Nitekim 18 Mayıs itibarıyle net uluslararası rezervler eksiye düşmüş durumda. Bu miktardan MB’nin bilanço içi yükümlülüklerinde gözükmeyen swap borçları da çıkarılırsa net rezervler -60 milyar dolara geriliyor.) Ayrıca KKM’ler kamu dengesi açısından da bir tehdit oluşturmakta. KKM yekunu 2.1 trilyonu (yaklaşık 100 milyar dolar) geçmiş vaziyette. Eğer kurlar 5 TL oynasa, bunun kamuya yükü (Hazine + MB) çok kabaca 500 milyar TL olacak.
Seçim nedeniyle kredi ivmesi iyice artırılmış durumda. (12 aylık kredi artışı yüzde 90’lara yaklaştı.) Bu durum zaten olumsuz olan enflasyon beklentilerini daha da bozmakta ve ister istemez üretici ve tüketicilerin davranış kalıplarını da etkilemekte. Bu meyanda bugünlerde şöyle bir gözlemim oldu: Yurtdışı kaynaklı konfeksiyon zincirlerinin malları üzerinde çoğu zaman “euro” fiyatlar da gözükür. Eskiden bu “euro” fiyatları TL’ye çevirince Türkiye fiyatlarının yüzde 20 kdar ucuz olduğunu görürdük. Bu da gayet normal bir durum çünkü Avrupa’ya göre Türkiye’de işçilik, lojistik ve kira gibi maliyetler daha ucuz, ayrıca hane halklarının alım gücü de daha düşük. Ancak bu günlerde Türkiye fiyatlarının Avrupa’ya göre yüzde 20 kadar daha pahalı olduğu görülüyor. Neden? Yüksek devaluasyonlar nedeniyle sütten ağzı yanan yabancı şirketler her an yeni bir devaluasyon dalgası gelebilir endişesiyle fiyatlarına ek marj koyuyorlar. (Bu şekilde davranan sadece onlar değil, yerli üreticiler ve hizmet sağlayıcılar da aynı güdü ile hareket ediyorlar.) Tabii ki, normal şartlarda yüksek fiyat daha düşük talep, daha az satış demek ama Hükümet ve MB iktisadi aktörlerin enflasyon endişelerini giderici yönde bir hamle yapmadıkları için enflasyon beklentileri de kırılamıyor, herkes yarın fiyatlar daha da artacak psikolojisi içerisinde satın alımlarını öne çekiyor. Aynı zamanda tüketici kredileri kanalıyla kredi gazına basılmış olması da talebi canlı tuttuğu için cirolarda bir gerileme olmuyor, ve fiyatlar artmaya devam ediyor.
Bu bağlamda Sn. Erdoğan’ın geçen gün CNN International kanalında yaptığı söyleşi oldukça umut kırıcıydı. Israrla faizin sebep enflasyonun sonuç olduğunu ve faizleri düşürmeye devam edeceğini vurguladı. (Nereye kadar, sıfıra mı?). Normal şartlarda, bir siyasetçinin ağzından bu tarz sözler duyduğumuzda siyasi bir söylem olarak geçiştirebiliriz. Ancak, söyleşi yabancı bir kanalda ve tabii ki Türkiye’yi takip eden bir yabancı yatırımcı kitlesi tarafından da yakından izleniyor. Nitekim, 1. tur seçimleri Cumhur İttifakı’nın önde kapamasıyla Türkiye’nin risk primi (CDS) oranları da, tabir-i caiz ise, fırladı. Zaten daha önce 500’ler gibi oldukça yüksek seviyelerde seyreden CDS’ler bir anda 700 baz puanı da aştı. Bu Türkiye’nin yurtdışı borçlanmasını artık ancak yüzde 11’lere yakın bir tefeci faiziyle gerçekleştirebileceği anlamına geliyor. (Perspektif vermek amacıyla, eskiden bizimle aynı ligde olan Brezilya ve G. Afrika gibi ülkelerin CDS primlerinin 200-300 baz puan arasında olduğunu hatırlatayım!)
Daha önce muhalefetin ekonomi programlarına kısaca değinmiş, ve uygulanacak olan inandırıcı bir ortodoks politikayla (TL’yi koruyacak bir politika faizine geri dönüş, bütçenin yeniden disiplin altına alınması, yabancı yatırım ortamının hızla iyileştirilmesi, finans sistemi üzerine getirilen ve serbest piyasa prensipleriyle çelişen kural ve düzenlemelerin belirli bir takvim içerisinde kaldırılması gibi) düzlüğe kısa sayılabilecek bir zamanda çıkılabileceğini ifade etmiştim. Ancak aksi durumda bir bilinmeze doğru gittiğimizi ve bugünlerde “soft” bir şekilde uygulanan sermaye kontrollerinin sıkılaştırılmasının kaçınılmaz olacağını söyleyebiliriz.
29 Mayıs ve sonrasında ekonomimizi çok daha zorlu günler bekliyor. Anlaşılan hep beraber “sürdürülemezliğin limitlerini” test edeceğiz!