Çok da geriye gitmeyelim ve olayları 1991 yılında SSCB’nin dağıldığı zamandan başlatalım. ABD Orta Doğu’da ilk güç gösterisi için Irak’ı 1990 yılında seçtiği anda (Temmuz 1990) post-Sovyet Orta Doğu için ilk adım atıldığına göre, 1990’ların başında Türkiye’ye nasıl bakıldığına kısaca değinmekte fayda var. Birinci Irak savaşından sonra uzun süre ortalıkta görülmeyen Bağdat elçisi April C. Glaspie’nin 1990 yılının 25 Temmuz günü Saddam yönetimine “ABD Araplar arası çatışmalara karışmaz” dediği ve Kuveyt’in işgali için yeşil ışık yakarak Saddam’ı tuzağa düşürdüğü yıllardan beri yazılıyor. BOP’un şekillendiği bu yıllarda Türkiye hakkındaki gelecek tasarımı da düşünülmeye başlanıyordu. 1991 sonrası yeni oluşan “Türki uluslar kuşağı” ABD için ne kadar önemli olabilirdi sorusuna detaylı bir ilk cevabı Graham Fuller’in (1993) vermeye çalıştığını saptayabiliriz.
1990’ların başında post-Sovyet düzen için ilk adımlar atılır ve gerçekte bir “fetret devri” olacak 1991-2001 dönemine girilirken, Türkiye’nin yenidünyadaki rolü başlangıçta belirsiz görünmüş olabilir. Fuller söz konusu çalışmasında Türki kuşağın öneminden bahsederken, bütün sekülarizme rağmen din meselesinin daima “bizimle” olduğunu vurgulamayı ihmal etmez. Cezayir örneğinin ortada olduğu bir dönemin ürünü olan bu erken çalışmada İslamcıların yüzde 15’ten fazla oy alamadıkları gibi 1980’lerin etkisinde kalarak yapılmış tespitler vardır ve Fuller Ortadoğu’da İslamcıların siyasete dâhil edilmesi gereğinden bahsederken biraz el yordamıyla düşünür gibidir. Türkiye’deki durumun Mısır ve Orta Asya’daki eski Sovyet ülkeleri için çok da örnek teşkil etmediği söylenir ama Türkiye’nin “ılımlı” deneyiminin gelecekte bütün İslam dünyasına örnek olabileceğinden de söz edilir. Bu çalışma sanki teorik olarak problemli ve uzun süre değişmeyen bir özü muhafaza edecekmiş gibi düşünülen bir “ılımlılığa” post-Sovyet dönemde bulabildiğim ilk göndermelerden biridir. Fuller, zamanı için doğru olduğunu savunduğu Atatürkçü pozisyondan bahseder: Batı’ya yüzünü dönme, ulus-devlet, imparatorluk hayalleri kurmama bu pozisyonu tanımlar. Ancak bu uğrak Fuller’a göre yavaş yavaş geride kalmakta ve Türkiye’de klasik elit bile iktisadi nedenlerle yüzünü Orta Doğu’ya daha fazla dönmekte ve aslında “sokaktaki adamın bile hiçbir yakınlık duymadığı” Arap ve Pers dünyalarına bir ölçüde “bakmaya” başlamaktadır. Bu özet ABD’deki bir kesimin –ama etkili bir kesimin- 1991-93 arası şekillenmeye başlayan bakışının ilk anlarını yansıtıyor.
1991 başında ilk Irak savaşı biterken Saddam’ı bir süre daha iktidarda bırakma kararı alınmış ve Amerikan tankları geri çekilmişti. Herhâlde herkesin sorusu “ne kadar süreyle” idi. Bayağı uzun sürdüğü düşünülebilir ama bu kadar uzun sürmesinin 1992’de Clinton’un beklenmedik biçimde seçimi kazanmasıyla da alakası var. Sonuçta 1999 yılı kritik bir yıl olurken 26 Ocak 1998’de Başkan Clinton’a Neo-Con manifestosu niteliğinde yazılan mektup ABD’nin 2000’lerde nasıl bir değişikliğe yönelmekte olduğunu gösteriyordu. Bu meşhur mektup Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesini ve askeri operasyon dâhil tüm yöntemlerin kullanılmasını önermekte ve Irak meselesini ABD’nin birinci dış politika meselesi yapmaktadır. 1998’de ABD’de Rusya ve Çin’in gelecekteki önemleri öngörülmüyor değildi ama o an için “temel mesele Pasifik (Çin)” denecek bir durum yoktu. Yine de “Büyük Satranç Tahtası” ortadaydı tabii.
2000 yılındaki tartışmalı seçimde iktidara gelen Bush ve Neo-Con ekibi artmaya başlayan işsizlik, resesyon ihtimali, 1995-2000 arası borsada yaşanan dot.com köpüğü –teknoloji hisseleri ve Nasdaq borsası temelinde ABD’ye akan sermaye hareketlerinin refah etkisinin tersine dönmesi- ile karşılaştı. ABD’nin “yeni ekonomi”, verimlilik artışı, yeni bir sanayi devrimine benzetilen yazılım ve ileri teknoloji/internet devrimi vb. temalara yaslanarak nispeten “yumuşak bir güç” imajı çizmeyi denediği Clinton dönemi böylece sona eriyor ve geleneksel emperyal yöntemlere dönülüyordu. 11 Eylül 2001 ABD’de total bir dönüşümün kıvılcımı oldu. Bu dönüşümün sadece Irak’la veya Orta Doğu’yla bağlantılı olduğunu düşünmemek gerekiyor. ABD kamuoyunu dönüştürmekle de yakından ilgilidir. 1990’ların ABD’nin stratejik ve askeri açılardan kaybettiği bir dönem olduğunu düşünen Neo-Conların 2000’ler için çok kapsamlı bir vizyonu vardı. Örneğin 2000 tarihli çok bilinen bir doküman Amerika’nın savunma sistemini yeniden tasarlamayı öneren kapsamlı bir belgeydi. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi adlı Neo-Con girişimi çerçevesinde üretilen bu rapor ABD’nin nasıl yön değiştireceğinin işareti olmaktan çok –ki bu zaten ayrıca ele alınan bir temaydı, söz konusu yeni yönelim doğrultusunda ABD savunma sistemleri ve harcamalarının nasıl şekillenmesi gerektiğini tartışıyordu.
ABD’nin 1991 sonrası geri döndürülemez biçimde tek hegemonik güç olmak istediği açık görünüyordu. Ancak, Amerikan siyasi iradesi ve arzusunun tam olarak gerçekleşmesi için ciddi bir ekonomik üstünlüğe de ihtiyacı vardı. 1980’lerde SCCB’yi çözülüşe iten süreçte ABD ekonomisi sürekli dış ticaret açığı verirken zaman zaman ciddi bütçe açıklarıyla da karşılaştı. Clinton döneminde bütçe fazla vermeye başladı ama cari denge açığı devam etti. ABD’nin dış ticaret açığı vermesi dünya ticaretini sürüklemesi ve Meksika, Asya, Rusya krizi gibi şoklardan sonra gelişmekte olan ülkelerin ihracat talebini emmesi açısından bir düzenleyici oluyordu ve açık vermenin bu açıdan dünya ticareti için olumlu etkisi olduğu söylenebilir. Ama aynı zamanda bütçe ve tasarruf açıkları vermek hoş değildi. Clinton’un ikinci döneminde bütçe fazla vermeye başladı ve büyüme/istihdam inanılmaz biçimde arttı. Bu dönemin enformasyon teknolojisindeki patlamaya denk düşmesi bu kaynaktan gelen kalıcı bir verimlilik artışına işaret eder gibi göründü. Bu o kadar şaşırtıcı bir “kırılma” anı gibiydi ki, daha önce 20 yıl boyunca yüzde 6 oranındaki bir işsizliğin “doğal” olduğunu savunan iktisatçılar işsizlik oranının hızla azaldığını gördüler. Bir an için ABD ekonomisi askeri gücünün mukayese edilemez üstünlüğüne denk bir yapısal güç ve stabiliteye kavuşabilir gibi göründü. Neo-Con projesi bu perspektifin bir yanılsama olduğunun giderek daha fazla anlaşıldığı bir dönemde onaylandı.
Böylece ABD devasa ekonomik gücüyle bile uyumlu olmayan, ona göre bile aşırı gelişmiş bir askeri makinayla, geçici olduğu anlaşılmaya başlanan bir verimlilik canlanmasından sonra teklemiş ve resmen resesyona girmiş olan bir ekonomiyle ve dış ticaret/bütçe açılarından oluşan “ikiz açıkla” baş başa kaldı. “Yeni ekonominin” ABD’nin ihtiyacı olan kaldıracı sağlayamadığı anlaşıldığı andan itibaren klasik sektörlere ve enerjinin kontrolüne dönük bir politika izlenmeye başlanması belki de kaçınılmaz hale geldi. Dünya siyaseti açısından Amerikan ara dönemi 1991-2001 arasını kapsadıysa, bu dönem 11 Eylül 2001’de sona ermiş görünüyor. Bugünkü ABD politikasında hangi sektörlerin hangi adayları desteklediğine bakmak o dönem netleşen kırılmanın henüz sona ermediğini gösterebilir.
Yani tam küresel hegemonya için gerçek girişimin 2001 yılında kristalize olduğu söylenebilir. 11 Eylül budur. Clinton’un ikinci başkanlık döneminde görülen ekonomik eğilimler kalıcı olabilseydi belki de dünya siyasi sisteminin ve Ortadoğu’nun geleceği açısından daha az travma yaratacak gelişmeler mümkün olabilecekti. “Soft power”, teknolojik ilerlemeyle üstünlüğü daha da artırma temaları hep var ve önemsiz değiller. Ancak günün sonunda emperyal itişler ve askeri yöntemler daima ağır basıyor. Şimdiye kadar hep böyle oldu. Yapay zekâ itişli ve çok kapsamlı yeni teknolojik ilerleme dalgasının bu kuralı bozup bozmayacağını göreceğiz. Çin-ABD ilişkilerinin geleceği –yani gerginliğin nereye kadar tırmanacağı- biraz da buna bağlı olabilir.