Bir yanlıştan dönüldü. Yine bu köşede 7 Mayıs’taki “Bu formül bankaları zorluyor” başlıklı yazıda “Koca sektör bir formüle kilitlendi” demiştik. “Öyle bir formül ki tutturamadın mı ciddi cezası var. Formülü koyan BDDK, tutturması gereken bankalar. Diyor ki; Aktif Rasyosu = Krediler + (Menkul Kıymetler X 0,75) + (TCMB Swap x 0.5) / TL Mevduat + (YP Mevduat x 1.25). Karmaşık görünebilir ama üç şeyi sağlamaya çalışıyor:
1) Bankalar topladıkları kaynakların üzerinde oturmasınlar, kredi olarak kullandırsınlar; böylece daralan ekonomi canlansın.
2) Kredi vermiyorlarsa Hazine’ye borç versinler; hızla genişleyen kamu açıkları finanse edilebilsin.
3) Topladıkları dövizleri ise TCMB’ye getirsinler; eriyen rezervler güçlensin.”
“Çok net ve nokta atışı hedefler”di bunlar deyip dikkati uygulamanın tasarruf sahibine olan etkisine çekmiştik. Çünkü orada önemli değişimler olabilirdi. Mesela bankalar cezadan kaçınmak için ya formülün payında yer alan krediler, menkul kıymetler ve merkez bankası ile yaptıkları swapları artıracaklar ya paydadaki mevduatı azaltacaklardı. Yaratıcı bir fikir gibi görünüyordu ama değildi. Aksine kötü dizayn edilmiş bir adımdı. Bankaları kredi vermeye zorluyordu. Oysa bankaların kuruluş ve varlık sebepleri zaten kredi vermek değil miydi? Kredi verdikçe para kazanan kredi kurumlarını kredi vermeye zorlamak “zorlama” bir fikirdi. Eğer bir banka kredi vermekten imtina ediyorsa 1) Ya ekonomik koşullar o kredinin geri dönüşüne dair ciddi belirsizlik yaratıyordur 2) Ya da bankalar kredi vermek yerine daha az riskli ve daha yüksek getirili bir plasman alternatifi bulmuşlardır.
İlk durum adli bir vaka. Batacağını göre göre, teminat almadan kredi verdiği için pek çok bankacı yargılandı bu ülkede. Bunların bir kısmı hüküm giydi, cezaevine girdi. Sonradan regülasyonlar yumuşadı ama bu sektör bu travmayı hala atlatamadı. İkinci durumu yaratan ise devlet. Eğer bütçe açıkları kontrol altına alınırsa, hazine daha az borçlanmak ve böylece daha az faiz ödemek durumunda kalır. Sonuçta bankalar ya da fon sahipleri için devlet iç borçlanma senetlerinin cazibesi azalır. Parayı teoride “sıfır riskli” addedilen Hazine’ye borç vermek yerine reel sektöre kredi açarlar.
Türkiye geçmişte bunu başardı. 2000’li yılların başında yüzde 50 dolayında olan kredi/mevduat oranı zamanla yüzde 100’ü aştı. Yeter ki politikalar güçlü olsun, ekonomi yönetimi güven versin. O zaman bankalar kredi vermekten kaçınmak yerine kredi vermek için birbirleriyle yarışırlar; rasyoya falan da gerek kalmaz.
Rasyo bankaları sadece kredi vermeye değil aynı zamanda hazine kağıdı almaya zorluyordu. Ellerindeki dövizi ise swap yoluyla merkez bankasına yöneltiyordu. Böylece bir formülle üç kuş vurulmuş olacaktı. Pratikte merkez bankası swap yükü altında kaldı; bankaların ise mevduat iştahları azaldı. Öyle düşük faizler önerdiler ki vadesi gelen mevduatlar dönmedi, kapandı. Bu da bankaların ya da tasarruf sahibinin olduğu kadar tasarruf sorunu yaşayan ekonominin sorunuydu. 7 Mayıs’ta “TL mevduat halkın ana tasarruf aracıdır, istikrar unsurudur. Halkımız tasarruf ettiği her 100 liranın 40-42 lirasını TL mevduatta değerlendirir. Tasarruf sahibi mevduatın enflasyon karşısında kendisini korumadığını düşündüğü anda başka alanlara yönelir. Portföy tercihi değişir. Dövize, altına, borsaya ya da gayrimenkule gider. Hatta para sistemin dışına çıkabilir; cepte ya da evde tutma eğilimi başlar. Bu arada banka bilançoları küçülür, derinleşsin diye uğraştığımız finans sistemi sığlaşabilir” demiş ve sormuştuk “Ekonomi yönetimi böyle bir değişime hazır mı?” Sonuçlar gösterdi ki, hazır değilmiş.
Kısacası yanlış dizayn edilmiş, bir acayip uygulamaydı; geç de olsa farkına varıldı. Vazgeçildi. İyi oldu.