Dünyanın dört bir yanında insanların yaşamlarını doğrudan etkileyen ve ekonomiyi felce uğratan COVID-19 pandemisinin çok önemli bir sonucu da ülke yönetimlerini gafil avlaması ve zor durumda bırakması oldu. Sınırsız cehaletiyle pandeminin ciddiyetini kavrayamayan ABD Başkanı Donald Trump dünyanın en zengin ülkesini en yüksek can kaybına uğrayan ülke haline getirmeyi başardığı için başkanlık seçimini kaybetti ve sonunda yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı.
Ancak bu hiç de kolay olmadı, liberal demokrasinin kurallarını çiğneyerek krallığını ilan etmek isteyen Trump seçim sonuçlarının resmileşmesini önlemek için yandaşı olan çapulcu takımına Kongre’yi bile bastırdı. Ama başarılı olamadı çünkü ABD’de başta medya olmak üzere demokrasinin kurumları, Trump’ın bitmek tükenmek bilmeyan yalanlarına ve keyfi bir yönetim kurma çabalarına karşı müthiş bir mücadele verdi.
ABD’de yeşeren umutlar
Pandemi nedeniyle evlere kapanmış olmamız bu mücadeleyi daha yakından izleme fırsatını verdi bana. New York’un hastane koridorlarında yaşanan kargaşayı, yokluklarla savaşan eyalet yönetimlerinin çaresizliğini ve Trump’ın saçmalıklarına karşı verilen müthiş mücadeleyi izlerken çok etkilendim. Muhalefetteki Demokrat Parti’nin başkan adayını belirlemek için yaşadığı süreç de parti içi demokrasinin nasıl işlediğini gösterdi. Sonunda yarışı kazanan Biden kendisine karşı yarışan başkan adaylarından biri olan Kamala Harris’i kendisine yardımcı seçti ve partisinin desteğini arkasına aldı. Bütun bunları izlerken ABD’den umut kesmemek gerektiğini düşündüm. Seçim sonuçları da beni haklı çıkardı.
Trump’ın kaybettiği seçimi kazanan yeni ABD Başkanı Joe Biden’ın geçen hafta açıkladığı 1,9 trilyon dolarlık Amerika’yı Kurtarma Planı bu düşüncemi daha da pekiştiriyor. Bu plan başarıyla uygulanabilir ve devletin öncülüğünde yürütülecek bir altyapı yatırımı hamlesiyle desteklenebilirse bundan yalnızca ABD ekonomisi değil dünya ekonomisi de yararlanacak. Ayrıca popülist tek adam yönetimlerinin çıkmaza sürüklediği ülkelerde de, yeni ABD yönetiminin başarısını gören insanlar, boş vaatlerle nasıl avutulduklarını belki daha iyi anlayacaklar.
Refah devletine dönüş planı
Biden’ın geçen hafta açıkladığı Amerika’yı Kurtarma Planı, Türkiye ekonomisinin 2020’de 717 milyar dolara düşen toplam büyüklüğünün 2,6 katını aşan 1,9 trilyon dolarlık bir harcamayı öngörüyor. Bu harcamanın önemli bir bölümünün düşük gelir grubunda olan ve pandemiden en fazla zarar gören kesimlere erişmesi amaçlanıyor. Yıllık geliri 75,000 doları geçmeyen ailelere gönderilecek olan kişi başına 1,400 dolarlık çeklerin tutarı 411 milyar doları buluyor. Bu katkının toplumun en yoksul beşte birini oluşturan kesimin gelirini yüzde 20 artıracağı belirtiliyor. Çocukların yoksulluğuna son verecek farklı uygulamaların da yer aldığı planda orta sınıf diye tanımlanan kesimin yararlanacağı maddeler de var.
Biden’ın Amerikayı Kurtarma Planı’nın 1930’lardan beri ABD’de uygulamaya konan en kapsamlı sosyal amaçlı plan olduğu belirtiliyor. Ünlü ekonomist Paul Krugman, bu planın neoliberal anlayışın egemen olduğu son 40 yılda tamamen gündemden çıkmış olan “refah devleti” hedefini tekrar gündeme getirerek yeni bir dönemin başlangıcını simgelediğini belirtiyor. New York Times’ın merkez sağa yakın olarak bilinen köşe yazarı David Brooks da, Başkan Reagan’ın 40 yıl önceki devrimini tersine çevirerek devletin ekonomideki rolünü öne çıkardığı için Biden’ı alkışlıyor.
Cennetin yolu soldan geçiyor
Biden’ın iddialı planının uygulamada başarılı olması kolay değil ama planın şu anda ABD’de çok popüler olduğu ve farklı anketlere göre yetişkin nüfusun %70-75’inin desteğini aldığı, hatta Cumhuriyetçi seçmenlerin %60’nın da plana olumlu baktığı belirtiliyor.
Planın hedeflerine varması ve kendini dışlanmış hisseden kesimin ekonomik durumunu iyileştirmesi halinde bu kesime içi boş vaatlerde bulunan popülist liderlerin işinin zorlaşması beklenebilir. Sağ popülizmin vadettiği sahte cennetlerin yerini de solun desteklediği refah devleti projesi alabilir.