Beyaz Toros’tan Siyah Minibüse zamanın ruhu…

Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Öncelikle ve izninizle, A Milli Kadın Voleybol Takımımızın Avrupa Şampiyonluğunu ve Dünya sıralamasında birinci sıraya yükselmesini kutlayacağım. Bu çok önemli başarıda imzası olan Voleybol camiasına, Voleybol Federasyonuna ve en başta da takımımıza ve teknik heyetimize teşekkür etmeli. Ay yıldıza onların döktüğü terin damlasını dökmemiş; ülkeye yaşattıkları gururun, başarının zerresini yaşatmamışların ne dediğine boş verin. Simgeler önemlidir. Türkiye’nin 100. yılında kadınlarımızın elde ettiği başarı bize çok yakıştı. Bravo “Filenin Sultanları”. Baş tacısınız.

Simgeler önemlidir demişken, yazımızın konusunun da simgelerle yakından alakası var. Bir başka simgenin hikayesinden başlayıp bugünün can sıkıcı imgelerine geleceğim. Buyurun başlayalım…

Türkiye’nin yakın dönem siyaseti tayin eden önemli kavşak noktalarından bir tanesi 2015 seçimleridir. 7 Haziran, 1 Kasım seçim döngüsü esnasında, dönemin Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun: “AK Parti iktidardan indirilirse buralarda terör çeteleri dolaşacak, beyaz toroslar dolaşacak. Biz buraları faili meçhullere bırakmayacağız”, cümlesinin vurgusunu teşkil ediyordu “beyaz Toros”. Gerçekten de Türkiye’nin belli bir döneminin simge aracıydı Toros. Simgeselliğinin kuvveti gerek Davutoğlu’nun bu sözlerinden gerekse o dönemde bu sözlere, verilen tepkilerden takip edilebiliyor.

Üretimde olduğu 1989–2000 arası dönemde, yoğun biçimde devlet kurumları tarafından temini ve kullanımı söz konusuydu Toros’un. Makam ve hizmet aracı olarak kullanılırdı. Yük çekmesi ve bozuk yollara namütenahi vurulabilmesiyle öne çıkmıştı. Ancak “şöhret”ini, bu teknik özelliklerine değil, Türkiye’nin resmi olarak varlığını dönemin başbakanları merhum Bülent Ecevit ve merhum Mesut Yılmaz’ın açıklamalarıyla öğrendiği, Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele (JİTEM) teşkilatının devriye aracı olarak anılmasına borçludur. Davutoğlu’nun kullandığı referans tam da terörle mücadelenin en civcivli zamanında, JİTEM ile ilişkilendirilen faili meçhullerle, zorla kaybettirilmelerle zihinlerde kurulmuş bağa atıf içeriyordu. Hülasa, ülkenin 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen kaza ile uyandığı, ancak doğrusu hiçbir zaman yüzleşmediği, devletsiyaset- mafya ilişkilerinin, 1990’ların ülke gündeminin, toplumsal, ekonomik kavgaların ve siyasetin önceliklerinin, dışarıda ve içeride siyasi ilişkileri belirleyen ağların, simgesi olmuştu beyaz Toros. Zamanın ruhunun özeti, cisimleşmiş haliydi bir yerde.

Bendeki hissiyat o ki, günümüzde zamanın ruhunu yine bir araç özetliyor: siyah minibüs! Siyah minibüsün bir marka ile rabıtası (bağı) Toros kadar güçlü biçimde kurulabilir mi? Mümkün. Ama şart değil.

Aslında siyah minibüs işlevi itibariyle simgelediklerine benziyor. Harcıâlem, sıradan, her yerde bulunur cinsten bir araç. Fakat koltukları yenilenip, yerine göre içine ekranı, buzdolabı, minibarı, kahve makinası, hatta elektronik gizli kasası eklendi mi; artık elimizde bu zamanın ruhunu, ülkenin gündemini, toplumsal, ekonomik gerilimleri, siyasetin önceliklerini, dışarıda ve içeride hâkim ilişki ağlarını simgeleyen nur topu gibi bir aracımız oldu demektir. Esasen bu haliyle “dna”sında sonradan görmelik var desem, denebilir hani! Neticede orijinal tasarımından, artık başlı başına bir sektöre dönüşmüş süreçlerden geçerek, başka bir görünüme sokulunca “VIP” oluyor. Yoksa bildiğimiz, sıradan ticari araç kalacak. Adı üzerinde; bildiğiniz “minibüs” işte! Fakat bu ne idüğü belirsizliği kasılmasına engel değil. Heyula gibi cüssesiyle, çoğunlukla trafik kurallarına da pek aldırmadan, süratle yanınızdan geçerken rüzgârı kibrinin simgeselliğini size taşıyıveriyor. Siyah camlarının karanlığının korumasında adeta dokunulmazlık sahibi...

İçlerindeki “misafirlerimiz”in profilleri de bir müştereklik arz ediyor. Zaten, şekil ve tavır bir yana bu müştereklik de “siyah minibüs”ü kuvvetli bir simgeye dönüştürüyor. Onlarla, misal, alışveriş merkezlerinin valeleri önünde birikmiş ve yolu tıkayan kuyruklarda rastlaşabilirsiniz. Birbiri ardına, dizilişlerinin “azameti” ile yarattıkları yoğunluk trafiği tıkamış, hatta durdurmuştur. Ama ne gam(!) İçlerinden inecek, kimisinin kendilerini velinimet kabul ettikleri her hallerinden belli, Arap, Rus, İranlı “misafirlerimiz” içerde harcayacakları parayla döviz fukarası ekonomimizi döndürüyorlar ya! Değmez mi azcık beklemeye?!

İş öyle bir noktada ki siyah minibüs filolarını işleten acentelerin bir kısmı işletmelerinin isimleri için zahmet edip Türkçe isim bile kullanmıyorlar. Elbette sadece minibüs filosu işletmecileri veya mekan olarak alışveriş merkezleri değil bu isim meselesinin göstergeleri. Mesela, Beyoğlu İstiklal caddesinde dükkân tabelalarından gözünüzü ayırmadan yürürseniz, kendiniz Suriye iç savaşı öncesinin Halep’inin sûkunda(Tercüme parantezi: Arapça çarşı demek bu kelime. Benim yazılarımda kullandığım Osmanlıca’ya mâl olmuş sözcüklerden değildir pek. Neden kullandın derseniz, zamanın ruhu işte, siyah minibüslerin “önlenemez”(!) yükselişine benim de bir katkım olmasın mı?!!!) hissetmemek için pek az sebep bulabilirsiniz. (Dikkatinizi çekerim parantezi: İstanbul’un kimi başka semtlerindeki duruma veya ülkemize “geçici koruma” ile kabul edilmiş “misafirlerimiz” in daha yoğun yaşadıkları şehirlerin tabela lisanı bakımından serencamına (başa gelen durum veya olay) hiç girmiyorum.)

Siyah minibüsler içlerinde “ekonominin kurtarıcıları”nı taşımanın kibriyle ve büyük bir özgüvenle yollarda salınırken, bu araçlarla gelenlerin, kimi zaman terbiye sınırlarını da aşan, tavır ve davranışlarına maruz kalanların tepkisiz olduğu da sanılmamalı. Kanaatimce bu sebeple bugüne kadar büyük olay çıkmaması bu milletin evlatlarının terbiyesinden, işlerine saygılarından ve iş disiplinlerindendir. Ekmek parasının peşindeki bu, çoğu genç, vatandaşımızla konuştuğunuzda: “Sormayın. Buraları onlarınmış gibi davranıyorlar”, benzeri bir sözle başlayıp, yüzlerine “konuşturma beni, bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” mealinde bir ifadenin çökmesi ile biten diyaloglar yaşıyorsunuz. Renginin taşıdığı kasvetin tüm ağırlığıyla otopark görevlilerinin adeta üstüne atılarak bırakılan siyah minibüsleri; veya içerideki “kurtarıcı”yı tam olarak istediği anda arzu buyurduğu noktada indirmek, ve belki de bu sayede döviz cinsinden bahşişini artırmak, için trafik kurallarını sakız misali çiğneyip tüküren sürücüleri konuşmuyorum bile. Aracını kendi kullanan ve alış veriş heyecanıyla neredeyse araç durmadan içinden atlayan “kurtarıcı”ların, asgari nezaket kurallarını ihlal edişlerini, de bunlara katmıyorum. Neticede durum aslında ciddi bir tepki yaratıyor. Yaratıyor ama, iş eninde sonunda dükkân ve mekân sahip ve yöneticilerinin boğazlarından düğümlenerek çıkan “bunlar gelmese batarız ağabey” cümlesine takılıp kalıyor.

Ancak gerçek şu ki, tek başına siyah minibüslerin kibrini eleştirmeye odaklanarak da bir yere varamayız. Neden olmasınlar ki? Ekonomimizin kurtuluşunu onların vatandaşı olduğu ülkelerin yöneticilerinin kararlarına ve tercihlerine ihale ettiğimiz gerçeğini zaten biz ilan etmedik mi? Ülkemizin eski “epistemolojik kopuş” ekonomi programının da, yeni “rasyonaliteye dönüş” ekonomi programının da, ortak umudu, çözüm konusunda ortak paydası, malum, ihracat. Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek de ihracatımızı “Körfez merkezli finans kuruluşlarından” sağlanacak “imkanlarla” finanse etmeyi hedeflediğimizi söylemedi mi? Körfez ülkelerinin “ihracatın finansmanına yönelik” çok önemli imkanları Türkiye'ye “tahsis” edeceği belirtilmedi mi? Zaten, bu ülkelerden talebimizin de bu yönde olduğu ifade edilmedi mi? Anlayacağınız takdir buyurulacak tahsisatımızı bekliyoruz. Kimimizin gözleri açık, kimimizin kapalı!

Allah’tan “filenin sultanları” var da siyah minibüslerin rüzgarından savrulan tozun, egzozun dumanında boğulup gitmiyoruz.

Tüm yazılarını göster