Hitler iktidara birdenbire gelmedi. Almanya’da muhafazakâr devrimin sağ dalgası hem ideolojik yelpaze hem kitlesellik anlamında çok genişti.
Mesela 1925'te “Gençlik Hareketi” o kadar yaygındı ki, hareketin çekirdeği olan grupların bile 600.000 üyesi bulunuyordu. 1930 civarı “Hitler Gençliği” 14 yaş üstünde 25.000 genci örgütlemişti. 1920’lerin siyasi dili Völkisch, Jungkonservativ, Nationalrevolutionär, Bündisch kelimeleriyle doluydu. En geniş “muhafazakâr devrim” dalgasının içinde, SPD dâhil çeşitli irili ufaklı sosyalist partilere üyelik ve yöneticilik dönemlerinde bile, 1921 sonrası yavaş yavaş “genç fikirlere” ulaşan Ernst Niekisch gibi muhtemelen Hitler'in yegâne alternatifi olabilecek olan figürler de bulunuyordu.
Niekisch adım adım “Nasyonal-Bolşevizm” olarak adlandırılacak “muhafazakâr devrim” hizbinin görüşlerini oluşturmuştur. Eduard Bernstein ile tartışması ve Bernstein'in kendisini milliyetçilikle suçlaması –açıkça haklı bir suçlama- ve “eski” sosyal demokratların SPD yönetimine muhalif bir zamanların Saksonya meclisi üyeleri gibi bir bölümünü etkilediği “sosyal-nasyonalizm” dönemi önemliydi.
Asla Nasyonal-Bolşevik olmayan ama “genç muhafazakârları” çok etkileyen Ernst Jünger ile tanışmasının sonuçları ve 1928 sonrası gelinen net nokta da önemli adımlardı. Artık işçi sınıfı yeni bir “devletti”, “halkın/ırkın” yeni bir atılımıydı. İki kere proleterleştirilmiş, hem uluslararası finans kapitalin –1924 Dawes planı sonrası- hem yerli burjuvazinin sömürdüğü Alman “halkının” –burada ırkçı vurgudan kaçınmak zordur- yüzünü Orta Avrupa'ya dönmesi, Bolşeviklerin Rusya'da yaptığını Almanya'da –ama sınıf savaşını “aşarak”- yapması gerektiği tezleri yavaş yavaş belirginleşti.
Buna göre Alman “halkı” proleter bir ulustu. Zamanla tek düşman yabancı finans sermayesi haline gelecekti. Almanya yüzünü doğuya dönecekse kaderi ortak bir “Rus-Alman kaderi” mi olacaktı? Alman “genç muhafazakârlara” göre Bolşevizm’deki Marksizm sadece bir dış yüzey formu iken gerçek olan Rus öğesi idi. Almanlar için Prusya ruhu neyse Ruslar için de Bolşevizm oydu.
Burjuvazinin parazit niteliğine vurgu ağırlıklı olarak finans kapitale yönelirken, “yeni aristokratlık”, “kahramanca gerçekçilik” temaları ortaya atılıyor, 1933 sonrası reddedilecek olan Sorel sempatisi ilk dönemde açığa çıkıyordu. 1929 sonrası “Yahudi-Mason komplosu” iddiası daha sık kullanılmaya başlanıyordu. Stadtler'in sözleriyle “hareketin bir yandan Anarko-Bolşevik elemanları ezerken Bolşevizm'de olan faydalı özü Almanlaştırması gerektiği” ifade ediliyordu. Ama en açık tonlardan birisini “muhafazakâr devrimin” en önemli isimlerinden Arthur Moeller van den Bruck'un sözlerinde bulabiliriz. Mealen, bir taraftan yanlış anlaşılmış bir batıcı Sosyal-Marksizm kabul edilemez görülürken, diğer yandan 1917'nin Almanya'yı kendisine getirecek bir elektroşok olduğu kabul ediliyordu. Nasyonal-Bolşevikler daha da ileri gitmiş ve Almanya’nın Rusya’yla Batı’ya karşı kader birliği yapmasını önermiş bile olabilir.
Niekisch’in arkadaşı Josef E. Drexel 1934’te Stefan Zweig’ın Dostoyevski üzerine yazdığı denemede Dostoyevski’ye dayandırdığı ve eleştirdiği ifadenin neredeyse aynısını olumlayarak yazmamış mıydı? Zweig: “Asyalı olalım, Sarmatyalı olalım (İran kökenli eski bir Rus kabilesi). Avrupalı Petersburg’dan uzakta, Moskova’dan Sibirya’ya yeni Rusya Üçüncü Romadır”.
Üçüncü Roma diye çevirmek daha doğru olabilir çünkü bu cümlede Dostoyevski siyasal teolojik bir gönderme yaparak muhtemelen Roma’yı kastediyor. Ancak Almancaya bu III. Reich olarak çevriliyor ve Nazi rejiminin kendisine verdiği adla örtüşüyor. Öte yandan akılla değil inançla kavranabilecek bir Rusya imgesi Zweig’a uygun gelmemişti.
Rusya’nın tartışılması dogma idi. Zweig bu yorumu beğenmemişti ama Nationalrevolutionär Josef Drexel bile Widerstand: Zeitschrift für nationalrevolutionäre Politik‘de „Das neue Rußland ist das dritte Reich“ diye yazmamış mıydı? Yeni Rusya III. Reich idi. Faye, Langages totalitaires (2004: 432) bunu vurgular. Charles Bettelheim da aynı kaynağa referans vermişti. Bu konu KPD içindeki “milliyetçi damar” meselesiyle bağlantılıdır ve Stalinizm ile ilgili olarak da tartışılmıştır.
Faye, klasik kitabının unutulmaz « fer à cheval » bölümünde Otto Strasser yanlılarının ve Nasyonal-Bolşeviklerin milli bir devrim yapmakta olduğunu düşündükleri Stalin’i beğendiklerini, KPD içinde bir nationalkommunistisch dönüş olduğunu düşündüklerini ve köksüz-Yahudi Trotsky’den hiç hoşlanmadıklarını yazıyor: Faye (2004: 427-431). « Fer à cheval » at nalı demektir ve Weimar siyasi yelpazesinin kapanmadığını, iki ucu oluşturan Naziler ile KPD arasında boş bir gri alan kaldığını ve bu alanda hem sürekli hareket hem de geçiş olduğunu ifade eder.
Weimar siyaseti irili ufaklı parçalara ayrılmıştı. Bir ve aynı dünya görüşünün altında farklı ideolojiler, siyasi fikirler ve yapılar, mücadele yöntemleri, programlar ortaya çıkmakla kalmıyor bazen asıl rekabet bunların arasında yaşanıyordu. Aşırı sol, sol, merkez sol, merkez, merkez sağ, sağ, aşırı sağ gibi tek bir ölçüye dayanarak bir politik spektrum oluştursak dahi At Nalı Tezi bize bu spektrumun bir doğru olmadığını, bir at nalı şeklinde olduğunu söylüyor.
1932’ye gelindiğinde at nalı iyice bükülmüş, nalın uçlarındaki kutuplar birbirlerine en yakın ve geçişli akımlar haline gelmişlerdi. Solun ve sağın uçlarındaki akımlar hiçbir zaman birbirlerine en uzak akımlar olmamışlardı. KPD özelinde “sınıfa karşı sınıfın” burada bir tür icazet belgesi olduğunu ekleyebiliriz. Bu o kadar böyleydi ki 1929’dan itibaren SPD ve temsil ettiği reformist çizgi sağda ve solda o kadar benzer ifadelerle eleştiriliyordu ki “Muhafazakâr Devrim” yelpazesi içinde evrilen dünya görüşü (milliyetçilik) iki uçta da hâkim hale gelmişti.
Hitler‘in iktidara yerleştiği ve SA’yı tasfiye etmeye hazırlandığı günlerde bu geç kalmış devrimciler, eine nationalkommunistische Aufstandsbewegung“ mu arıyorlardı? “Nasyonal-komünist bir ayaklanma” ki KPD ile Hitler karşıtı milliyetçilerin iş birliği anlamına geliyordu. Reichswehr-SA gerilimi anti-Nazi milliyetçiler kampında kısa bir süre heyecan yaratmışa benziyor. “Uzun Bıçaklar Gecesi” sonrası Carl Schmitt boşuna “Führer hukuku koruyor” diye yazmamıştı.
“Muhafazakâr devrimin” çeşitli akımlarını şematize etmek dahi imkânsıza yakın olmakla beraber yanlış izlenim vermemek için iki nokta daha vurgulanabilir. 1919'daki başlangıç safhasında bile ilk liderlerden Stadtler'i dinlemeye AEG, Deutschebank, Siemens –bizzat Carl Friedrich von Siemens- vd. gelmişti. Gelmişti ama bu tür temaslar büyük burjuvazinin Hitler’e özel bir ilgi duyduğu anlamına gelmiyordu.
Öte yandan acaba İtalyan faşistleri iktidara gelmeden az önce, Der Deutscher Kampfbund'u kelimesi kelimesine İtalyancaya çeviriyorlar mıydı? Faye (2004: 24) Stadtler’in 1937’de “1925’te şeflerin yeterince şeytani olmadığını” yazdığını belirtiyor. Kimin yeterince şeytani olduğu birkaç yıl içinde görülecekti. 1925 sonrası Ernst Jünger'in muhafazakâr gençlik akımlarının „bündisch” çekirdeği üzerinde etkili olduğu dönemde “yeni-milliyetçilik” ve “genç muhafazakârlık” temaları hangi ölçüde İtalyancaya tercüme olmuştur; bakmaya değer.
Hitler’in de dâhil olduğu akımın uzun süre önemsiz olduğu ve ancak 1929 Büyük Depresyonu sonrası vitrine çıktığı iddiasını kelimesi kelimesine değil siyasal güç ve oy sayıları açısından doğru bulmak gerekiyor. Birkaç sene önce de ideoloji, kültür, zamanın ruhu açılarından Dawes Planı ve Almanya’nın savaş tazminatlarının hafifletilerek hiperenflasyonun söndürülüşüne kadar “yeni-milliyetçilik” son derece etkiliydi. Etkiliydi çünkü Jungkonservatismus klasik muhafazakârlar yani Altkonservativen üzerinde de etkiliydi.
Almanya’da devlet her zaman muhafazakârların elindeydi ve Weimar dönemi boyunca dahi bu hep böyle oldu. KPD’nin yenilgisine giden süreç sadece ‘ultra-sol “sınıfa karşı sınıf” stratejisi yanlıştı’ basitliğinde ele alınamaz gibi görünüyor. Belki de bu hakikaten bir “Alman kaderiydi” (Niekisch).