Kavafis’in bir şiiri hep aklımdadır; hani Lawrence Durrell’in “İskenderiye Dörtlüsü” adlı çok sevdiğim yapıtının ilk cildinde “kentin yaşlı ozanı” diye adı geçen Konstantinos Kavafis’in… Ya da İngilizce konuşan dünyada anıldığı gibi Cafavy’nin… Ionna Kuçiradi ve A. Turan Oflazoğlu çevirisi ile 1910 tarihli Şehir şiirinde şöyle der:
“Dedin: ‘Başka bir ülkeye, başka bir denize giderim. / Bir başka şehir bundan iyi olsa gerek. / Uğursuz ve boş, ne yaptımsa şimdiye dek, / yüreğime -ölü bir gövde sanki- mezar olmuşum. / Bilmem niceye dek bu sayrılığın elinde ruhum. / Her nereye çevirsem gözlerimi, baksam nereye, / kara yıkıntıları hayatımın gördüğüm, bu yerde: // Nice yıllar geçirdiğim, yıprandığım, tükendiğim.’
Yeni yerler bulamazsın, yeni denizler bulamazsın. / Gelir ardın sıra şehir. Hep o sokaklarda gezersin / hep o dış mahallelerde geçer günlerin, / bu evlerde ağarır saçların en sonunda, bu. / Hep bu şehir varıp varacağın. Kaçmak umudu / yok başka yere, gemi yok, yol yok hiçbir yere. / Nasıl yok ettiysen hayatını bu yerde, // şu köşecikte, bütün yeryüzünde yok ettin, batırdın.”
Hellenistik geçmişin yoğun izlerini taşıyan bir kent olan İskenderiye’de 1863’te doğan Kavafis’in babası tüccar, annesi İstanbul’un köklü ailelerinden birine mensup… Babası ölünce İngiltere’ye gidip yedi yıl orada kalmış, sonra tekrar İskenderiye, 1882-1885 yılları arasında İstanbul… Annesinin ailesi Yeniköylü. Bir şiirinde şu dizelerle geçiyor Yeniköy:
"doğanın hep gülümsediği / bir köy görürsen / yabancı / dur orada / artık Yeniköy'desin"
Ve yeniden İskenderiye var yaşamında… Sular idaresinde kâtip, İskenderiye borsasında simsar olarak görüyoruz onu… İşinde çok titiz, noktalama konusunda işi ukalalığa vardıracak, insanları çıldırtacak kadar dikkatli… İş arkadaşlarının anlatımıyla “ama işinde dalga geçen, mesai bitiminde arkasında atlı kovalıyormuşçasına bürodan kaçan, çok kurnaz, şeytana külahını ters giydiren, sevimli, pinti, huysuz, bencil” birisi Kavafis…
Çok az yazan, yazdıklarını yayınlatmayı düşünmeyen, dostlarına elle çoğaltarak dağıtan, en önemli bulduğu şiirlerini 40’ından sonra kaleme aldığı için de kendini “yaşlılığın şairi” olarak nitelendiren Kavafis’in 1933 yılında gırtlak kanserinden ölene kadar ürettiği şiirlerin sayısı yalnızca 229 ve o güne kadar yayınlanmış kitabı yok… Şiirleri, o öldükten sonra; önce İskenderiye’de basılıyor…
Ve bu “kentin yaşlı ozanı”, şiirleri diğer dillere çevrildikçe ardından gelen kuşakları da etkiliyor, şiirlere kentler karışmaya başlıyor… Şehir’in hep peşlerinde olduğunu, aynı sokaklarda dolaştıklarını, aynı hayatları aradıklarını, kaçma umutlarının olmadığını düşünmeye, tartışmaya başlıyorlar başka şairler de şiirlerinde…
Nereye kadar?
Bilmem ki, diyemiyorum, çünkü yanıtını Durrell veriyor Justine’de:
“Bir kent, eğer sevdiğiniz varsa cennettir.”
Kentlerden kurtulamamanın nedeni belki hep o kişilerdir… İstanbul, İzmir, New York… Önemli değildir… Onsuz eksik yaşanacaktır her şey kentlerde…
Proust’un Paris’i, Joyce’un Dublin’i, Miller’in New York’u, Kavafis’in İskenderiye’si, Yahya Kemal’in, Nâzım Hikmet’in İstanbul’u, Kemalettin Kamu’nun Bingöl’ü vardır… Benim kentim de İstanbul…
Aslında “gitmek” sözcüğünü çok seviyorum. Eski seyahatlerim bilgiye yönelikti, hangi müzeler, tiyatrolar, sanat galerileri var gibi. Artık bir kenti anlamaya yönelik seyahatler yapmaya çalışıyorum. Bir kente gittiğim zaman bir kafede oturup saatlerce gelip geçen insanları izlemeyi, onlarla konuşmayı tercih ediyorum. Tarihi, öyküsü olan tüm kentlere hayranlık duymak ve seyahat etmekle birlikte ana tercihim özgürlük duygusunun perçinlendiği ve fiilen hayata geçtiği kozmopolit, büyük kentler. Özgürlüğü çok önemsiyorum… Ama tabii ki hep İstanbul’a dönüyor ve her defasında söz veriyorum: “İstanbul, seni hiç aldatmayacağım.” Bu, hiçbir zaman değişmeyecek.
Şairler, yazarlar yaşadıkları şehirlerde ağartırlar saçlarını… Ne kadar uzaklaşmak isteseler de çoğunlukla başka bir şehir bulamadan üretirler şiirlerini ve yaşamı… Bazen hayatlarını heder ederler o şehir ve şiir için… Şöyle diyebiliriz belki: “Bir deniz fenerinin kendi ekseni etrafında dönen ışığını andırır” hayatlar, belki de o nedenle seviyoruz şehirlerimizi ve deniz fenerlerini…