Ben olsam şapmam şey yapardım?

Osman Ata ATAÇ İŞLETMECİLİK SOHBETLERİ

Geçen hafta dediğim gibi hemen celallenmeyin şapardım diye bir kelime olmadığını biliyorum. Neden hem “şey yapardım” hem de “şapardım” dediğimi anlatayım. Ben bu lafı ilk duyduğumda tahminlerinizin aksine olabilir, daha ilkokula bile gitmiyordum. Sokak arkadaşlarımdan da duymadım. Babamın bir çocukluk arkadaşından duydum. Rahmetli İstanbul Kartal İlçesinin o zamanlar köy statüsündeki bir semti olan Yakacıklıydı. Yakacık havası, suyu ve manzarasıyla ünlüdür. Babam ilk okulu orada okumuş. Seneler 1930’lar.

Ben çocukken olanak ölçüsünde Yakacık’a gider suyundan içer babamın hatıralarını tazelemesini izlerdik. Tabii onun çocukluğundan ne okula giderken boynuna astığı ekmeği tanklarının musluğundan banmasına izin verilen zeytin yağı fabrikası duruyordu ne de başka yapılar. Ama ilkokul arkadaşlarından bazıları hala oralardaydılar ve koca koca adamlar çocukluklarına döner şakalaşırlardı.

Bir ziyaretimizde babam Yakacık’ın ünlü çeşmesinin bulunduğu çınar ağaçlarıyla kaplı tepesinde piknik yaparken bir arkadaşını gördü. Şimdi adını hatırlamıyorum bu arkadaşı cüceydi. Babam koşarak giden arkadaşını “ulan cüce nereye” diye bağırarak durdurdu. Telaş içinde olduğu belli olan arkadaşı açıkladı. “Nasrettin naber ulan? Hiç sorma acelem var bir şey bıraktım şey yapın diye şey yapacaklarına şapmışlar onu şey yapacağım” dedi ve bu şey yapılacağına şapılan şeyi şey yapmak niyetiyle koşarak gitti.

Böylece ben küçük yaşımda iki şey öğrendim: Bir şey yapılacağına şaapmak olumlu bir hareket değildir ve iki, hiçbir açıklama yapmadan açıklama yapıyormuş gibi konuşmak mümkündür.

Şükürler olsun ülkemizde hiçbir açıklama yapmadan açıklama yapıyormuş gibi konuşanların sayısı çok azdır. Biz, özellikle adı uzmana çıkmış olanlarımız, kesin konuşmayı severiz. Ham hum şaralop yapmayız. Bununla beraber neyi neden söylediğimiz her zaman o kadar da anlaşılır olmayabilir. Şimdi ülkemizdeki durumu anlatan iki gurup insan var. Bunlardan biri ‘muhalif’ denilen iktidarın ‘şapması’ nedeniyle ülkenin gidişatının ‘şey olduğunu’ söyleyen gurup diğeri de muhaliflerin ‘yandaş’ veya ‘yalaka’ olarak tanımladığı; muhaliflerin ve düşmanlarımızın ‘şaapmaları’ nedeniyle şey olacak şeylerin bir türlü şey olamadığını, bunun ‘vatan hainliği’ olduğunu söyleyen öteki gurup. Bu tartışma durumun şey mi yoksa şapılmış mı olduğunu anlayıp da ona göre işlerini düzenlemeye uğraşan başta yöneticiler sizler ve de benim gibi ne olup bittiğini anlamayı kendine iş edinenler şaşırtıyor. Umarım bu paragrafı okuduktan sonra ülke idaresinin şey mi yapıldığını yoksa şapıldığını mı anlayacak ona göre şey yapacaksınız!

Kimin neden şey kimin niçin şaaptığını bilemem ama gördüğüm kadarıyla durum şu: Türkiye’nin acele nakit yabancı paraya ihtiyacı var çünkü kronik ‘tasarruf yapamama’ hastalığına yıllardır süren kazanmadığımız parayı harcama müsrifliği de eklenince para bitti. Para bitti derken Türk Lirası bitti demek istemiyorum. Onu basarız. Döviz bitti. Bunun lamı cimi yok. Lafı gevelemenin alemi de yok.

1963-64 öğretim yılında ODTÜ giriş sınavını geçerek üniversite tahsilime başladım. ODTÜ’nün o zamanlar adı İdari İlimler olan ve ne okutulduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan fakültesinde ilk yarıyıl beş ders alacağım. Malum ODTÜ’de eğitim dili İngilizce. Ben İngilizce sınavını geçip İngilizce hazırlık okuluna gitmekten kurtulmuşum ama bu lisana hakimiyetim Tarzan’dan az daha iyi. Aldığımız beş dersin Calculus (değişimin matematiği) ve İngilizce hariç diğerleri hep sözel.  Sosyal Bilimlere Giriş, Avrupa’nın Ekonomik Tarihi ve Ekonomi kitaplarını bir elde Redhouse lügati okumaya uğraşıyorum. Ekonomi hocamız toprağı bol olsun Yorgi (sonra adını Demir’e çevirdi) Demirgil. Ben her zaman “espri zeki insanın işidir” derim. Bu tanıma göre Yorgi Hoca dâhiler sınıfına girerdi. O zamanlar ekonomi bilip bilmemeniz kimsenin umuru değildi. Bizim de pek umurumuz değildi bu nedenle Yorgi Hoca bize ekonomiyi önce anlayabileceğimiz basitlikte anlatmaya çalıştı.

Hocamız özetle ülkemizin kalkınmakta olan bir ülke olarak tanımlandığını ve artık ‘kalkınmış ülke’ sınıfına geçme çabalarımızı şöyle anlattı: Kalkınma ekonomi denilen ve adı ‘kasvetli bilim[1]’olarak hafife alınan alanın öğretisine göre ülkenin bir süre içinde ürettiği mal, hizmet ve ürünlerin   değerleri cinsinden tanımlanan milli gelir hesaplarıyla ölçülürdü. Yani, ne kadar çok mal, hizmet ve ürün o kadar kalkınma var demekti. Mal, hizmet ve ürün üretimini arttırmak içinde kaynak gerekti. Yani, ülke sermaye biriktirmeli, eski ve üretken olmayan teknolojilerini yenilemeli, insan gücünün kalitesini arttırmalı, enformasyon ve know-how yeterliliğini yükseltmeli, stratejik iş-birlikleri ve ortaklıklar kurmalı, alt-yapı ve fiziki tesislerini modernize etmeliydi. Bunların olabilmesi için tasarruf yetmezdi. Her kaynağı yerel olarak temin edemeyeceğiniz için bir kısmını dışarıdan ithal etmek zorundaydınız. Bunun için de döviz denilen özellikle bu kaynaklara sahip ve onları satan ‘kalkınmış’ yabancı ülke paralarından lazımdı. Bu nedenlerle Cumhuriyetin ilk yıllarında Ülke neredeyse sıfır olan tarımsal ve endüstriyel üretim kapasitesini inşa edebilmek için ve de yerel sermaye yani tasarruf olmadığı için adına ‘devletçi ekonomi’ denilen bir politika takip etmişti. Az tüketerek bayağı da iş yapmıştı. Ülke daha sonraları döviz biriktirmek için içerde üretilen malların ithalini engelleyerek ‘ithal ikamesi’ politikası izlemeye başlamıştı. Bu politika ben üniversite öğrencisiyken hala revaçtaydı.

Üniversiteleri bitirdim 1980’lerdeki ‘huzur ve güven’ ortamında ithal ikamesi politikalarının istenilen sonucu vermediği söylendi ve aranılan dövizi ihracat yoluyla kazanmak fikrine dayalı ‘ihracat güdümlü’ kalkınma modeline geçildi. Bu fikre göre ihracat aranılan dövizi getirecek, bu döviz yatırımlara gidecek, yatırımlar üretimi ve istihdamı arttıracak, vs., vs.

İhracatla kalkınmanın bu mantığı iyi ama sıkıntıdan vareste değil. Türkiye ne girdi tedarikinde ne de ihraç̧ malları pazarlarında ‘rekabetçi’ gücü zayıf bir ülkedir. Yani ne alımda ne de satışta kolay kolay fiyat empoze edemez. “Bu açıdan bu modelin çalışmasında kur, enflasyon ve faizlerin önemi artarken katma değeri yükseltmeden[2] yani, girdi ithalatını azaltacak yeni̇ yatırımlar teşvik edilmeden, ihracatın katma değeri artırılmadan ve döviz kazandırıcı çalışmalar yapılmadan ihracata yüklenilmesinin Türkiye ekonomisini zora sokması ihtimali yüksektir.[3]

Şimdi ‘devletçi ekonomi’, ‘ithal ikamesi’ ve ‘ihracata dayalı kalkınma’ politikalarına ilaveten bir de Çin modelinden bahsediliyor. Fazla detaya girmeden ve bu oldukça tartışmalı konunun tartışmasını iktisatçı dostlara bırakarak[4] bu tabirden benim ne anladığımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bir kere Çin modeli der demez benim aklıma ihracatın rekorlar kırarak ülkeyi döviz zengini yapmasının önünde ve temelde yabancı sermayenin ülkeye akışı geliyor. Yani benim anladığım bu politikanın birinci hedefi hem arzulanan kaynakları hem de dövizi yabancı sermayeyi çekerek elde etmek. Kalkınma modelleri konusunda uzmanlık taslayamam ama 1989-2009 yılları arasında Fiji’den El Salvador’a iki düzineyi aşkın ülkede ‘yabancı sermaye’ konusunda çalışmalar yapmış biri olarak ülkelerin dışarıdan sermaye cezbetmek için neler yaptıklarını, bunların maliyetini ve ne kadar başarılı olduklarını iyi bilirim[5] diyebilirim.

Çin modeli diye anlatılan şeyi uygularken şey yaparken şapmanın, şapınca da şeye ne olduğunun tartışmasını haftaya yaparız. Siz bu arada ihtiyatlı olun da!

Daha önce de yazmıştım Çinlilerin bir ata sözü var “May you live in interesting times” yani “İlginç zamanlarda yaşayın” diye dilerler. Zamanlar ilginç olmasına ilginç. Siz yine de elinizden geleni yapın ve de …

Sağlıcakla kalın

Kaynaklar:

[1] İngilizce ‘dismal science’ den çevrilmiş ‘Kasvetli bilim’ 19. yüzyılda İskoç tarihçi Thomas Carlyle tarafından iktisat bilimini aşağılamak için önerilen bir sıfattır.

[2] Türkiye’nin ihracatında ithalatın oranı tartışma konusudur (https://iktisatvetoplum.com/ihracatta-ithalat-3/ İhracatta İthalat – Asaf Savaş Akat (İTD 101)). Geleneksel olarak ortalama %70 seviyelerinde olduğu iddia edilmekle beraber ortalamanın %20 civarında olduğu da ileri sürülmüştür. Doğru rakamın %40-50 aralığında olması daha olasıdır. Yanlış biliyorsam iktisatçı dostlar düzeltsinler lütfen.

[3] TİM, İHRACAT, 2021 Raporu: Yeni Vizyon, Yeni Yol Haritası, https://tim.org.tr/files/downloads/

Strateji_Raporlari/TIM_Ihracat_2021_Raporu.pdf

[4] Bu tartışmala için 6 Aralık, 2021 tarihli karar gazetesinde https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/turkiyenin-iktisatla-savasinin-kisa-tarihi-1591434 ve diğer yazarları okuyabilirsiniz.

[5] Bu İiddia nereden geliyor?” Diye soruyorsanız 1989 yılında Birleşmiş Milletlerin Uluslararası Ticaret Merkezi (International Trade Centre ITC UNCTAD/WTO) kurumunda baş teknik danışman, 1996’da kıdemli danışman, 2003’de ‘işletme Yönetimi Geliştirme Bölümü dairesinde, 2007-9 yılları arasında da Dış Ticaret Destek Kuruluşlarını Güçlendirme Dairesi kurucu başkanı olarak çalıştım. 1996-2009 yılları arasında kalkınmakta olan ülke ekonomilerinin dış ticaret kapasitelerini arttırma konusunda yayınlar yaptım, onlarca ülkede seminerler, konferanslar verdim, kapasite gereksinimlerini değerlendirme projelerini tasarladım, geliştirdim ve yürüttüm. Sanırım bir şeyler öğrenmişimdir.

Tüm yazılarını göster